Türkiye’nin idari, siyasi ve kültürel haritasını şekillendiren Kemalizm tahayyülü, 2009’dan itibaren ciddi entelektüel ve siyasi darbelerle karşı karşıya kaldı.
Post-Kemalizm ise “Yetmez ama Evet!” gibi temelsiz coşkudan fazlası olmadığı yıllar sonra görülen girişimlere, kimlik politikaları furyasına zemin oluşturan bir kavram olarak güncel siyasi hayatımıza girdi. Kavramın kütüğünü ise özellikle de sol-liberal okumuşluğun perspektifinde şekillenmişliği içinde 1980 sonrasına kadar götürebiliriz.
Kavram kabaca, Osmanlı-Türk modernleşmesinin son halkası olan Kemalizm’i, hem tarihsel bağlamından kopararak hem de onu asli değil de tali bir olgu olarak görerek aşılması gereken bir kalıntı olarak değerlendirmekte…
Bu görüş, kavramın akademik sahadan çıkıp siyasallaşma safhalarının zeminini teşkil etmekte ve bir kalıntı olarak gördüğü Kemalizm’in bütüncül bir şekilde aşılmasını, demokrasinin olmazsa olmaz koşulu olarak savunmakta…
Bunu yaparken, düzenin ana hatlarını, o kalıntı olarak gördüğü ilke ve yapının oluşturduğunu göz ardı etmekte…
Etmeyi sürdürüyor da…
Sığ Yargıçlıktan Sofuluğa
Hâlbuki bir kavramı anlamaya çabalamak ile onun militan karşıtı olmak arasındaki fark, eleştirelliği mümkün kılan yegâne unsurdur. Keza bu fark kendi konumunuzu, söylediklerinizi sorguya açık tutarken sizi bir yargı makamına dönüşmekten kurtarır. Eleştirelliği, farklı düşünsel ve siyasi militanlıkların kozmetiği olmaktan çekip çıkaran da bu farktır.
Bu farkın yokluğunda, her eleştiriyi “lanetleme ayini” olarak görüp küçümsemek en olağan post-Kemalist tutum olacaktır, oluyor da. Ki bu küçümsemede oryantalist bir tat da yok değil: “Siz demokrasiyi hak etmiyorsunuz!”
Bu oryantalizm ise siyasi iktidardan uzaklaştıkça ahlaki bir pozisyon almaya başladı. Kısacası post-Kemalizm, hatalı okumalarına dönüp bakma zahmetinde bulunmak yerine “buyurmaya” devam ediyor: Nitekim bir post-Kemalist’i en iyi özeleştiri yapamamasından tanırsınız.
Siyasi kullanışlılığını yitirdiği için ahlaklılığa sığınan bu anlayışın her iki durumda da endüstriyel bir paradigmaya dönüşmesinin de bu “tanımada” bir payı vardır elbette.
Kemalizm Üzerine Birkaç Söz
Kemalizm, Osmanlı-Türk modernleşmesinin yanıt aradığı sorunun nihai halkasıdır: “Devlet nasıl kurtulur?” Nitekim devlet kavramı, Osmanlı-Türk coğrafyasında adaletin ve düzenin asli unsurudur. Başka bir deyişle devlet, bu coğrafyanın toplumsal ve siyasal bilinçdışını teşkil etmekte…
Bu bakımdan, örneğin “Nerede bu devlet!” haykırışı, oryantalist yorumların sığlığında bir “tembellik” kanıtı değil, yitip giden adaletin, alt üst olmuş bir düzenin çığlığıdır. Osmanlı-Türk modernleşmesinin yapı taşlarından Tanzimat Fermanı, hükümdara “adaletten sorumlusun” diye seslenen bir metindir esasında. Bu çığlığı ve seslenişi “devleti koruma asabiyesinin kalıntıları” olarak görmek, aslına bakarsanız, zemini tavan sanmakla aynı şeydir. Çünkü bu coğrafyanın siyasal ve toplumsal zeminini teşkil eden asli bir hususu, düzenin bizatihi bedenini oluşturan bir mefhumu, uçup giden yaprak misali söküp atmanın mümkün olduğuna inanır.
Post-Kemalistlerin zamanımızın yılmaz inançlıları, ahlak bekçileri olması biraz da bu sebepledir. Kemalizm’i “muhafazakârlaştıran” yorumlar da benzer bakışın ürünüdür.
Bu bakışa göre Kemalizm, İkinci Dünya Savaşı’na kadar süregiden ve devletlerin sürekliliğini tehdit eden bir konjonktürün terk edilmesine rağmen “devleti koruma” kaygısını sürekli kıldığı için muhafazakâr bir niteliğe bürünmüştür.
Pragmatizmi, Mustafa Kemal’in bir düşünürden ziyade eylem adamı olması yorumları da Kemalizm’in bu kaygı üzerinden şekillenmesini göz ardı eder.
Post-Kemalizm’in Temel Sorunu
Post-Kemalizm’in temel sorunu, eleştirel bir akademik bir kavram olmaktan çıkarılıp sığlaştırılarak siyasallaşması, dolayısıyla uğradığı kavramsal sığlık ve riyakârlık ile başarısızlığa yazgılı olmasıdır.
Devlet kavramının bu coğrafyada tutunduğu ve eşzamanlı olarak mümkün kıldığı yaşamsallığı inkâr etmek, hatta küçümsemek… Yani bu coğrafyada devleti konuşmak, onu eleştirmek bile devlet kavramının zemininde mümkündür.
Bunu ben değil, yaşadığımız coğrafya söylüyor, hatta haykırıyor.
Dünyanın en istikrarsız coğrafyasında, hem kamu yönetimi ve düzen hem de siyasal ve toplumsal bilinçdışının odak noktası olarak devletsizliğin bedelinin ödendiğine günbegün şahit olunabilirken, Kemalizm’i eleştirebilmek de o çok eleştirilen devlet kavramı sayesindedir.
Kendi adıma Kemalizm’in, ona savunanlara rağmen Türkiye’yi belli bir seviyeye getirdiğini düşünüyorum.
Zafer Toprak’ın deyimiyle bu coğrafya Dünya Savaşı’nın Balkan Savaşlarından 1922’ye 10 yıl sürdüğü, ortalama ömür beklentisinin 30’lara düştüğü, kadınların yaşam koşulları yüzünden çocuk düşürmek zorunda kaldığı, beşerî sermayesini neredeyse tümüyle yitirmiş bir tükenmişlik içindeydi.
Devletçilikle, tek boyutlulukla, “kitleleri dışarıda bırakmakla” itham ettikleri Kemalizm’in gerçeğiydi bu tükenmişlik…
Gerçi burada anakronik bir şekilde ele alınan “kitle”nin arka planında saltanat yanlısı, hilafeti muhafaza etmek isteyen ve Mustafa Kemal ile kişisel rekabetleri söz konusu olan bir avuç isim olabilir. Sorun, bu kesimleri savunmaları da değil, onları bugünün terminolojisi içinde işaretleyip asıl olarak yıkıcı bir tavır ortaya koymaları, yani kavramsal riyakârlık…
Kısacası post-Kemalistler, Kemalizm’i doğuran, ondan önce İttihatçılık’ı var eden koşulları ya fazla hafife alıyor ya bilmiyor ya da kavramsal riyakârlıklarla göz ardı ediyor.
Sığlaşan politik, şimdilerde ahlaki post-Kemalizm ise kimlik politikalarını, etnikçiliği önümüze demokrasi diye sunuyor.
Ortadoğu’ya hükmeden devletsizliğin yarattığı koşulları, “lanetleme ayinlerine” göğüs gererek siyasal alana, soylu kavramları istismar ederek tercüme etmeye çalışıyor.
“Türkiyeli” diye yapay bir kavramı kullanarak ahlaki pozisyonunu kuvvetlendiriyor, her kullandığında haklılığına iman ediyor.
Cumhuriyetçiliğin kazanımlarını, Kemalizm olmasa ne yazacağını şaşıracak denli endüstriyel bir boyut kazanmış entelektüel sofuluğunda küçümsüyor.
Onların varlığını değerli buluyorum: Bir coğrafyayı, tarihi, dolayısıyla da siyaseti yanlış okumaktaki ısrar, kolay bir şey değil.
Son cümle: Yanlış okumaktaki ısrar ve özeleştiriden yoksunluk, en mükemmel idealleri bile kullanışlılığa, sığlığa mahkûm edebilir.