İlk bölümde kısaca mecburiyet partisi olarak kurguladığımız CHP’nin Teorisi’nin ikinci anahtar kavramı tokenizm olacak.
1970’lerin ilk yarısında Judith Long Laws’ın cinsiyet rolleri bağlamında değindiği tokenizm kavramı, Rosabeth Moss Kanter tarafından 1977 yılında kapsamlı bir şekilde akademik literatüre kazandırılıyor.
Kavram, dezavantajlı, dışlanmış grupların sisteme, işgücüne ya da temsile katılımını kanıtlamayı amaçlayan göstermelik, sembolik bir uğraşı ifade ediyor. Göstermelik bir içermeyi, etkinliği ifade etmesi sebebiyle kavram, bana biraz da Theodor W. Adorno’nun sözde etkinlik (pseudo-activity) vurgusunu hatırlatıyor.
Sözde etkinliği ise bir değişim ya da etki yaratma kaygısını bir yere bırakan, salt kendi reklamını yapma güdüsü taşıyan bir çaba olarak tanımlayabiliriz. “Öyle görünme”yi her şeyin önünde sayan bu eylem tarzı, kendisini abartmasıyla meşhurdur ve bu vesileyle asıl olarak “olduğundan fazla” görünmekle alakalıdır.
İncelikli bir riyakârlığın estetik bir şekilde önümüze sürülmesi olarak tokenizmi, bu bağlamda ‘dostlar alışverişte görsün’ tutumu olarak kavramak mümkün…
Tokenist bir tutumla demokratik görünebilirsiniz, kitleleri dinlediğinizi kanıtlayabilirsiniz! Aynı şekilde, vitrin nesnesi olarak herhangi bir dezavantajlı ya da dışlanmış bireyi ekibinize dâhil edebilirsiniz!
Bu tutumu, kozmetik bir müdahale şeklinde “dâhil ederek dâhil etmemek” ya da “yaparak yapmamak” olarak da kısaca söze dökebiliriz.
Buradaki kozmetik yapıp etmeler işleyişin sürmesi açısından tolere edilebilir girişimlerdir. Dezavantajlı grupları ya da sesleri duyulmayanları çocuklaştırma tehlikesini barındırdığı gibi eleştirileri de gereksizleştirebilir.
Çocuklaştırır, çünkü örneğin dezavantajlı grupların, “Size bir ben sahip çıkıyorum” mealinde sözcülüğüne soyunmuş gibi görünür. Eleştiriyi engeller, hatta gereksizleştirmek ister, çünkü “E sizi dinledim ya, daha ne yapayım!” diyerek kendi konumunun hassasiyetini vurgular.
Tokenist Manevralar
CHP’nin son 10 yılına baktığımızda tokenist manevraların, partinin politik konumlanışını belirlediğini söylemek mümkün…
Ekmeleddin İhsanoğlu’nun cumhurbaşkanı adaylığından tutun da ‘helalleşme’ denen ve muhatapları dâhil pek çok kimsenin anlamadığı ya da CHP tarafından yeterince anlatılamayan girişime kadar pek çok örnek olayı tokenist tutum olarak işaretleyebiliriz.
Çünkü bu olguların hemen her birinde CHP, dâhil etmeyerek dâhil etmeye çalışan, kendisine muhafazakâr bir renk vermeye gayret eden bir politik faile dönüştüğüyle kaldı.
Oysa yapması gereken farklı ideolojik ve düşünsel perspektifte yer alan seçmen kitleleriyle paylaşacağı değerlere odaklanmaktı, onlar gibi ya da onları da kapsıyormuş gibi görünmek değil. Kaldı ki böylesi girişimlerin her biri CHP’nin kendi algılanışını ya da seçmenin sosyo-kültürel ve politik konumlanışını göz ardı ediyordu.
Neticede CHP, “Sizi de dinliyorum!” ya da “Ben de sizden ayrı değilim!” diye seslenmeye çalıştığı muhafazakâr ve sağcı seçmeni ikna edemedi, aksine onlarla kurabileceği bağları daha da zayıflattı. Siyasal kozmetik bir tavır olarak tokenist manevra tutmadı.
Fakat yerel seçimler yaklaşırken bu manevranın gözler önüne çıkmasıyla CHP, temsil etme iddiasında olduğu kitlelerle de büyük bir iletişim sorunu yaşamakta…
Tahmin edeceğiniz üzere Hatay Büyükşehir Belediye Başkanlığı adaylığı hususunu kastediyorum. Depremin birinci yılındaki anmalarda hem parti yönetimi hem de CHP’nin aday olarak belirlediği isim protestolarla karşılaştı. Ardından partinin üst düzey isimlerinden kitlelerin tepkisinin göz ardı edilemeyeceği açıklamaları geldi. Konu ivedilikle parti meclisine taşınacaktı. Devamında ise şu ifadelerin yer aldığı açıklamalara tanık olduk:
“Biz Hatay halkından da ülkemizdeki yurttaşlarımızdan da büyük değiliz. Onların bu konudaki eleştirileri, bizim başımızın tacıdır.”
Parti, tepkileri göz önünde bulunduracağını, tepkileri dinleyeceğini açıkça belirtiyordu.
Kısacası CHP, yeniden kapsamlı anketler yapılacağını ve parti meclisinin buna göre adaylık kararını gözden geçireceğini beyan ediyordu.
Her ne kadar söz konuyu aday profiline dönük tepkiler belirlendiği andan itibaren artsa da 6 Şubat anmalarını milat alacak olursak bu satırların yazıldığı tarih itibarıyla bir değişim ya da karar söz konusu değil.
Oysa yaklaşık bir ay önce Hatay Büyükşehir Belediye Başkanlığı adaylığı için parti yönetiminden “Biz Hataylıyı dinledik!” açıklamaları yapılmış, aday ismini geri çekmenin söz konusu olmadığı belirtilmişti.
Bir siyasal partinin kendi seçmen kitlesiyle girdiği tokenist mücadelenin uğrakları bu şekilde…
Hâliyle aday isminin kim olduğunu önemsizleştiren bir siyasal kafa karışıklığının, bu yazının ilk bölümünde ele aldığımız mecburiyet psikolojisinin bir göstergesi olarak tokenizm ile karşı karşıyayız.
Anketler yapılacak, kitlelerin tepkisi dinlenecek…
Tıpkı bir ay önce olduğu gibi.
CHP seçmeni, kendilerini bu denli dinleyen bir siyasi parti tarafından temsil edildikleri için şanslı hissediyor olmalı.
Öte yandan kendi seçmen kitlesine tokenist manevralarda bulunmanın kaynağında da mecburiyet psikolojisi yatıyor.
Mecburiyet psikolojisi ve tokenist tutum, bir siyasal partinin temsil ettiği iddiasında olduğu kitleyle ilişkisinin ana uğrakları olduğunda etkili bir muhalefetin varlığından ne kadar söz edebiliriz?
Sorun aslında aday isminden çok daha ötede… Bir ana muhalefet partisinin kendi kitlesiyle “dostlar alışverişte görsün” ilişkisi yürütebilmesinde… Bunu hem kendi politik failliğine hem de kitlesine uygun görebilmesinde…
Kısacası, felâket çok gerilerde, derinlerde…
Unutulmamalı: Demokrasi krizi dediğimiz olgu, seçmenlerin kendilerini temsil edecek bir aktörü bulamamasında ya da ona güvenememesinde de vuku bulur.
Aman Dikkat! Moral Üstünlük İktidara Geçecek
Türkiye’nin güncel siyasetinde ne anlama geldiği belirsiz bir mefhum, moral üstünlük…
Elim kalem tuttuğundan beri kurumsal muhalefetin temsilcilerinden ya da medyadaki isimlerinden “moral üstünlüğün iktidara geçmemesi için…” uyarılarına pek çoğumuz gibi aşinayım!
Bu mefhum çoğu kez korkutma eğilimli varsayımlarla birlikte gündeme geliyor: “Türkiye, Rusya olur! Olmadı mı, İran olur! Yok yok Azerbaycan olur!”
“Ölüm kalım seçimi” olarak tanımlanan ve bizzat kurumsal muhalefetin önde gelen aktörlerince “Erdoğan referandumuna” dönüştürülen 14-28 Mayıs seçimleri sonrası, Ankara ve İstanbul konusunda da “moral üstünlük” meselesinin gündeme getirilmesini ise anlamak mümkün değil!
Bu nasıl moral üstünlük ki onca seçim başarısızlığına rağmen iktidara bir türlü geçmiyor?
Bu nasıl moral üstünlük ki Erdoğan, çeyrek asırlık liderliğinin en kritik seçiminden bile zaferle ayrılırken onu elde edemiyor?
Politika yapılamadığında, siyaset üretilemediğinde geriye ahlakçılıktan, moral üstünlük gibi belirsiz bir mefhumdan fazlası kalmadığı için olabilir mi?
Ya da değişim olmayan değişimlerden…