2024’te Nasıl Bir Ortadoğu? – IV: Türk Dış Politikası

2024 yılında Ortadoğu coğrafyasının politik şekillenmesine dair gözlem ve değerlendirmelerimi kaleme almayı planladığım ve dört yazıdan oluşan bu seride, ilk olarak “Arap Baharı” coğrafyasının 2010 yılından bu yana geçirdiği dönüşümü ve halen canlılığını koruyan bazı sosyolojik fay hatlarını ele almıştım. Serinin ikinci yazısında bölgesel ve uluslararası aktörlerin Ortadoğu politikalarının gelişim seyrine odaklanarak, ABD, Rusya ve İran özelinde beklentilerimi özetlemiştim. Üçüncü yazıda, 2024 ve sonrasında bölgede dikkatle izlenmesi gereken bir ihtilaf noktası olarak Filistin ve Arap-İsrail çatışmasının üzerinde durmuştum.

Serinin dördüncü ve son yazısında ise tüm bu değişim ve dönüşüm süreçlerinin ortasında, Türk dış politikasının nerede durduğunu ve 2024 yılından itibaren kısa vadede karşı karşıya kalabileceği dinamiklerin üzerinde duracağım. 

Ankara’nın bölgeye yönelik tutumunu bu süreçte şu üç dinamik öncelikle belirleyecektir:

i) Güney sınırlarının güvenliği meselesi, PKK/PYD ve IŞİD faktörü

2011 yılında başlayan ve halen zaman zaman hareketlenen Suriye iç savaşı sürecinde, ülkenin demografik yapısı ve bütünlüğü tehlikeye girdiği gibi, komşu ülkelerdeki milyonlarca Suriyeli sığınmacının varlığı tüm aktörler açısından oldukça büyük toplumsal ve ekonomik potansiyel sorunlara işaret ediyor.

Bu süreçte Türkiye açısından öncelikli konu ise Suriye’nin kuzeyinde ve ABD’nin güvenlik şemsiyesi altında özerk bir yapı gibi hareket eden PKK/PYD varlığı ve bu yapının geleceği. Detaylarını ayrı bir yazıda ele almayı planladığım bir paralelliğe burada işarete etmek istiyorum: 1990’lı yılların başından itibaren Irak’ın kuzeyindeki Kürtlerin merkezi idareden koparılarak özerkleştirilmesi ve bunun 2003 Irak işgali sonrasında anayasal güvenceye kavuşturulması örneğinde olduğu gibi, 2011 iç savaşı sonrasında bu sefer Suriye’de yine ABD öncülüğünde benzer bir süreç işliyor.

Dolayısıyla önümüzdeki dönemde hem Irak hem de Suriye’deki PKK varlığının, Irak özelinde Bağdat ve Erbil/Süleymaniye ile, Suriye’de ise ABD ile sıcak bir ihtilaf noktası olmayı sürdüreceği aşikâr. Ankara açısından, kısa vadede her iki ülkede de kapsamlı bir yeni operasyon dinamiği görünmese de gerek Irak gerekse Suriye’nin kuzeyinde belirli hedeflere yönelik askeri ve istihbari hamleler sürecektir. 

Bu noktada Irak merkezi yönetimiyle başlayan yeni işbirliği sürecinin bu hamlelerin dozu ve etkisini sınırlayacağı, buna karşılık Erbil’deki bölgesel yönetimle daha yakın ve örtülü bir işbirliğine girilmesi olası görünüyor. Suriye özelinde ise ABD’nin ülkenin kuzeyindeki askeri nüfuzunun azaltılması hem Ankara hem de Şam yönetimlerinin ortak hedefi olacak. 2024 yılı sonunda Trump’ın başkan seçileceği senaryoda, ABD’nin bölgedeki askeri önceliklerini azaltması gündeme gelebilecektir ki bundan Suriye’nin kuzeyindeki de factoyapıların etkilenmesi ve Ankara ile Şam’ın bu boşluğu doldurarak etkinliğini artırması söz konusu olabilecektir.

Yakından izlenmesi gereken bir başka kuzey Suriye merkezli potansiyel risk unsuru ise IŞİD ve el-Kaide türevi yapıların silahlı eylemlerinde görülebilecek artış. 22 Mart akşamı Moskova’da yaşanan saldırı ve onlarca kişinin öldürüldüğü katliam benzeri eylemler, bu risk ve tehdit unsurunun halen oldukça aktif olduğunu ve önümüzdeki dönemde yeniden gündemin üst sıralarını işgal edebileceğini gösteriyor. 

ii) Arap başkentleriyle normalleşme adımları ve ekonomik ilişkiler

Suriye ve güvenlik adımları bahsinde, yukarıdaki çerçevenin de işaret ettiği üzere, harekete geçilmesi elzem olan bir hususu artık açıkça tartışmak gerekiyor: Suriye’nin kuzeyinde bir devlet otoritesinin olmadığı senaryonun Türkiye’nin faydasına olduğuna inanan çevreler çok ciddi bir yanılgı içerisinde. Beşşar Esad her ne kadar kendi halkına zulmeden kanlı bir diktatör olsa da, Ankara-Şam arasındaki normalleşme her iki taraf açısından da bölgenin güvenliği açısından da zorunlu bir hal almaya başladı. Bunun ne kadar ehemmiyet kesbettiğini, Moskova saldırısı sonrası önümüzdeki dönemde artması muhtemel terör eylemleri sürecinde tüm taraflar daha yakından görecek muhtemelen.

Bu noktada, birkaç yıl önceki bölgesel konjonktürde hayal dahi edilemeyecek şekilde, Mısır ve Suudi Arabistan/Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ile ilişkilerin yeniden normalleştirilmesi adımlarını, belirli fren/kontrol mekanizmaları dâhilinde muhalif çevrelerin de desteklemesinde fayda gördüğümü ifade etmeliyim. Ancak bu noktada Mısır’daki muhalif liderlerin tasfiye ve idam süreçlerinde Ankara’nın daha aktif diplomatik adımlar atmasının, insani açıdan da “Arap sokağı”ndaki Türkiye imajı açısından da acil ve öncelikli olduğunu vurgulamak gerekir. Keza Riyad ve Abu Dabi ile tesis edilecek yakın ilişkilerin de Mısır’la ilişkilere ve bu süreçlere olumlu yansıyabileceği/yansıtılması gerektiği açıktır.

Bu bahsi tamamlar mahiyette bir başka önemli adım da (Suudi Arabistan, BAE ve Katar’ın da dâhil olduğu) Körfez İşbirliği Konseyi ile 21 Mart 2024 tarihinde imzalanan bildiriyle serbest ticaret anlaşmasına yönelik müzakerelerin başlatılması kararıdır ki bu ticari ilişkilerin bahse konu normalleştirme adımları sayesinde mümkün olabildiğini hatırda tutmak gerekir.

iii) Bölgesel ihtilaflar ve nüfuz rekabetinde alınacak tutum

Türk dış politikasının önünde (Ortadoğu özelinde) kısa-orta vadede iki ciddi sınama bulunuyor: a) İran’ın bölgede hızla genişleyen ve derinleşen nüfuz sahası, b) İsrail meselesi.

Türkiye, her ne kadar çok gerilerde kalmış olsa da bilhassa Irak’ta son 20 yıldır İran ile ciddi bir rekabet içerisinde. Halkın çoğunluğunun Şii olmasının da etkisiyle 2003 işgalinin ardından Irak’ta ciddi bir siyasi/askeri kazanım elde eden İran her geçen sene bu nüfuzunu daha da derinleştiriyor. Lübnan’da Hizbullah, Yemen’de Husiler/İsnâaşeriyye Şiiliğine geçen Zeydiler ve Suriye’de Şam yönetimi üzerinden elde edilen tesirle birlikte düşünüldüğünde, yüzlerce yıldır bölgede görülen İran-Türkiye rekabetinde ibrenin bariz bir şekilde Tahran’a doğru kaydığı açık. Türkiye’nin Körfez Arapları ve Mısır’la normalleşme hamlesinde de Erbil’deki Kürt yönetimiyle yakınlaşma adımlarında da bu rekabette geride kalmanın neticelerini telafi niyeti var.

7 Ekim 2023’te başlayan Gazze’nin işgali süreciyse, bağımsız ve ülkesel bütünlüğe sahip bir Filistin ülküsünün her geçen gün güç kaybettiği bir konjonktürü besliyor. İsrail’in bölgede dominant güç hale geldiği, Filistin topraklarını tümüyle işgal edip Araplar karşısında elini yükselttiği senaryoda, yeni oluşacak bölgesel dengelerin Ankara’nın lehine mi aleyhine mi olacağı üzerinde kamuoyunun daha açık ve yüksek sesle tartışması gerektiğini düşünüyorum. Bu konudaki görüşlerimi daha önce detaylıca izah ettiğim için burada ayrıntısına girmek istemiyorum, ancak realpolitik ile ulusal menfaatler ve ülküler arasında nasıl bir denge kurulabileceğini ben de kişisel olarak merak ediyorum.