2020 yılı Türk dış politikasında bazı şeylerin bitişi ve bazı şeylerin de yeniden başlangıcı açısından bir dönüm noktası olarak anılacak. Hatta muhtemelen Adalet ve Kalkınma Partisi’nin 2002’den beri izlediği dış politika incelenirken, kabaca üç tarihsel dönemlendirme yapılacak – en azından şimdilik:
i) 2002 – 2010: “Komşularla sıfır sorun” ve artan ekonomik imkânlarla dışarıda kendine güveni kazanma dönemi.
ii) 2010 – 2020: Ortadoğu’da bölge dinamiklerini zorlayan süreçlere aktif silahlı müdahale ve “komşularla çok sorun” dönemi.
iii) 2020 sonrası: Maliyetli dış politikadan yeniden pragmatik bölgesel ilişkilere doğru normalleşme dönemi.
Bu dönemlendirme yaklaşımımı ve her bir dönemin kendi içindeki dinamiklerine ilişkin görüşlerimi ayrı bir makaleler dizisi halinde kaleme alacağım. Ancak şimdilik 2020 yılının, Türk dış politikasının (TDP) 2010’dan sonra izlediği sürecin maliyetlerini ortaya koyduğunu ve bölgesel/uluslararası konjonktür açısından bir eskiye dönüşü ve normalleşmeyi kaçınılmaz şekilde Ankara’nın önüne getirdiğini vurgulamakla yetineyim.
Ortadoğu’da Körfez, Suriye ve Mısır’la Yaşanan Gerilim ve Çıkış Arayışı
2010 yılı sonunda başlayan Arap Ayaklanmaları sürecinde -“Bahar” olmadığı konusunda şimdi hemen herkes hemfikir- Türkiye, yukarıda bahsettiğim dönemlendirme içinde, ikinci faza geçti. Bölge toplumları içindeki bazı kesimlerin aşikâr memnuniyetsizliklerinin -sanıldığı gibi toplumun tamamında değil- dış politik destekle birlikte, on yıllardır Arap dünyasını yöneten liderlerin koltuklarını sarstığı bir süreç yaşandı. Mısır’da Mübarek, Tunus’ta Bin Ali, Yemen’de Salih, Libya’da Kaddafi ilk dalgada alaşağı edildi; Suriye’de Esad koltuğunu Rusya ve İran desteğiyle, Bahreyn’de el-Halife ise tahtını Suud desteğiyle koruyabildi.
Bir dalga gelmiş ve Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki Arap liderlerini sert bir tasfiyeye tabi tutmuştu. Türkiye bu süreçte farklı saiklerle ve maksatlarla, bu coğrafyaların bir kısmına silahlı müdahalede bulundu; Suriye ve Libya bunların başında geliyordu. Keza Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), İran ve 2013 sonrasında Mısır’la sert bir bilek güreşine girişildi. Bu ülkelerle mücadeleye giriştiği sahaların bazısında geçici başarılar elde etti Ankara, ancak bunun da belirgin bir maliyeti vardı. Bir dönem “değerli yalnızlık” denilerek romantikleştirilen bu süreç, siyasi, askeri, ekonomik, kültürel ve hepsinden önemlisi jeopolitik düzlemde açık bir şekilde Türkiye’ye ciddi maliyetler getirmeye başlamıştı.
2020’nin Bölgesel Konjonktüründe Yedi Kritik Husus
Sonunda Ankara’daki karar alıcılar 2019-2020 döneminde bu maliyeti gördü ve bu maliyetli politikanın sürdürülemezliğine kâni oldu – burada sadece ekonomik bir maliyetten bahsetmiyorum, daha ziyade ekonomik ve jeopolitik kayıplar asıl önemli saik oldu. Bu süreçte neler olduğuna özetle bakarsak;
a) Rusya ve İran’ın Suriye’de Esad aleyhine bir sürece izin vermeyeceği ortaya çıktı, diplomasi süreci başarısız oldu, Esad ülkenin her yanındaki kontrolünü genişletip derinleştirdi.
b) Libya’da desteklenen Trablus merkezli güçlerin ülkenin sadece bir kısmına hâkim olduğu ve karşısındaki General Hafter’in önemli bir bölgesel/uluslararası ittifaka dâhil olduğu ve içeride de güçlü bir askeri desteğe sahip bulunduğu anlaşıldı.
c) Irak’ta hızla zemin kaybedildiği ve İran’ın ülkede sadece Şii Arapları değil, Kürtlerin ve Türkmenlerin bir kısmını da güçlü şekilde kontrol edebildiği, bu dinamiklerin Türkiye’nin Irak’taki zeminini hızla aşındırdığı görüldü.
d) Mısır’da ordu ve Sisi’nin halk ve elitler arasındaki desteğinin aslında oldukça güçlü olduğu; İhvân’ın ise sanıldığının aksine, Mısır toplumunun “ağuşunu açıp beklediği” bir kurtarıcı olmadığı ve halk desteğinin zayıf olduğu/zayıfladığı idrak edildi.
e) Keza ABD’nin bölge politikalarında yaşanan “eksen kaymasının” da bölge dengeleri üzerindeki etkisi, Rusya ve Çin’in dâhil olduğu politik ve ekonomik ittifakların niteliği de göz önünde bulunduruldu.
f) Ortadoğu’da yaşanan kamplaşma ve çatışmaların büyük oranda -hatta sadece- İsrail’e yaradığı, İsrail’in yoğun ABD desteği ve Körfez Arapları-Mısır’la iyi ilişkileri sayesinde Batı Şeria ve Gazze’yi yutmaya hazırlandığı açık biçimde anlaşıldı.
g) Tüm bu süreçlerde, on yıllardır en kritik dış politika gündemlerinin başında gelen Doğu Akdeniz’de Türkiye karşıtı Mısır-İsrail-Yunanistan- Güney Kıbrıs Rum Yönetimi-Libya (Hafter) ekseninin oluştuğu ve bölgedeki yalnızlık romantizminin ciddi bir jeopolitik ve güvenlik maliyeti doğurmaya başladığı ortaya çıktı.
Bir Büyük Manevra İhtiyacı
Türkiye tüm bu menfi gelişmelerin ortasında, kamuoyu ve rasyonel elitlerin de yoğun baskısıyla, ideolojik eksenli dış politika ve askeri müdahaleyi önceleyen bölgesel yaklaşımı rasyonelleştirme ihtiyacı duydu. Bunu söylerken, Mısır’daki darbenin niteliği, Suriye’de sivil halka yapılan eziyet ve katliamlar, Libya ve Mısır üzerindeki Körfez sermayesinin ağır nüfuzunu vs. reddetmiyorum.
Ancak Türkiye elindeki politik, askeri ve ekonomik imkân ve kabiliyetlerle -ve bölünmüş toplum yapısı, niteliği tartışmalı kadrolarıyla- böylesi büyük bir makro planı kurgulayıp icra etmeye muktedir değildi. Bölgedeki saha gerçekleri ve uluslararası konjonktürde bu yetersizlik hali test edildi; sonuçta 2020’de bir büyük manevra yapılmak zorunda kalındı. “Zorunda kalındı”, çünkü bu dosyalar tamamen imha edilmedi veya gözden çıkarılmadı, muhtemelen bir sonraki rüzgârla yelkenlerin yeniden şişirileceği “doğru an” bekleniyor.
Önce Suudi Arabistan, BAE ve Şimdi Mısır. Yarın?
2018 genel seçimleri ve 2019’daki yerel seçimler de geride bırakıldıktan sonra, aleyhe gelişen bölgesel dengeler karşısında, 2020 ile birlikte daha yumuşak dış politika mesajları ve normalleşme çağrıları artmaya başladı. Arka planda bu sert kutuplaşmanın sürdürülemez olduğu ve yeniden 2010 yılı öncesi statükoya dönülmesi, en azından husumetlerin azaltılmasına dönük karara varılmıştı. Bunun sloganı da hazırdı: “Dış politikada dostları artırıp, düşmanlıkları azaltma vizyonu”
(Evet, Türkiye’de her şey bir vizyonla icra edilir, kazaen veya yanlış hesaplarla çıkmaza girilmiş değildir; o bir vizyondu, şüphesiz bu da başka bir vizyon olacaktı.)
Bu normalleşme çabalarının ilk adımı, son yılların iddialı iki Körfez monarşisi, BAE ve Suudi Arabistan ile 2021 başından itibaren yeniden normalleşme ve ekonomik ilişkileri artırma girişimleri oldu. Ağustos 2021’de BAE Ulusal Güvenlik Danışmanı Tahnun bin Zayed el-Nahyan’ın, Kasım 2021’de ise BAE lideri ve Abu Dabi Veliaht Prensi Muhammed bin Zayed el-Nahyan’ın Ankara ziyaretleriyle de meselenin protokoller tarafı tamamlanıp, birlik görüntüsü verildi. Cumhurbaşkanı Erdoğan da 2022, 2023 ve 2024’te Abu Dabi’yi ziyaret ederek, BAE’yle siyasi, ekonomik ve askeri alandaki işbirliğine verilen önceliği gösterdi.
Ancak BAE ile normalleşme şüphesiz Suudi Arabistan olmadan eksik kalacaktı, 2021’de iki ülke dışişleri bakanları arasında başlayan görüşme trafiği, Suudi Arabistan’ı fiilen yöneten Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın Haziran 2022’deki Ankara ziyaretiyle zirveye çıktı. Temmuz 2023’te de Cumhurbaşkanı Erdoğan iade-i ziyarette bulundu ve normalleşmenin şeklî boyutu büyük ölçüde tamamlandı.
2021 yılında Arap ülkeleriyle başlayan normalleşme arayışında üçüncü durak Mısır oldu. Türkiye’nin destek verdiği İhvân-ı Müslimîn hükümetinin 2013’te darbeyle düşürülmesinden itibaren dondurulan ilişkiler, 2020’deki dönüş noktasından sonra evvela dolaylı mesajlar ve “bizim birbirimize ihtiyacımız var” söylemleri, ardından dışişleri bakanları düzeyindeki görüşmelerle ivme kazandı. Erdoğan’ın Şubat 2024’teki Kahire ziyaretine, Mısır Cumhurbaşkanı Sisi de Eylül 2024’teki kısa Ankara ziyaretiyle mukabelede bulundu.
İki ülkenin de birbirine ihtiyacı vardı kuşkusuz, ama arada Türkiye’deki İhvân liderleri ve faaliyetleri sorunu kalmıştı. BAE, Suudi Arabistan ve Mısır’ın ortak düşman ilan ettiği İhvân’a verilen desteği kesmekte büyük bir tereddüt göstermedi Ankara. Esasen 2011-13 dönemindeki “kardeşlik” vurguları samimi olmadığı gibi, 2024’teki “kardeşlik” söylemleri de gerçekçi ve içten değil Mısır-Türkiye arasında. Sert realpolitik gerçeklik kendisini dayatıyor, bunun gerektirdiği manevraların dönemin ruhuna uygun retorik süslemelerini yapmak da her devrin başköşedeki kalemşörleri için zor değil kuşkusuz.
***
BAE, Suudi Arabistan, Mısır… şimdi sırada Suriye var, birkaç yıldır bu normalleşmenin de arka plandaki adımları atılıyor. Ancak bu daha zor ve çetrefilli olacak diğerlerine göre, çünkü burada birbirine asker olarak savaş açmış komşular, İdlib’deki 3-4 milyonluk nüfus içindeki çok sayıda silahlı örgüt ve on binlerce silahlı kişi, Kürtler üzerindeki ABD tesiri, sahadaki yoğun İran etkisi gibi daha karmaşık dinamikler var. Ancak yine de “zararın neresinden dönülse kâr” anlayışıyla hareket edildiği için bir ortak nokta kuşkusuz bulunabilir.
Bununla birlikte, bölge halklarındaki huzursuzluklar da devlet-toplum ilişkilerindeki sorunlar da 2010 yılındaki düzeyinde olduğu gibi duruyor. Hiçbiri çözümlenmedi, zannedildiği gibi “dış güçlerin kaşıması” diskurunun çok daha ötesinde gerçekliği var bu sorunların ve yeniden patlamak için uygun bir bölgesel konjonktürü beklediğine şahsen benim şüphem yok.
Keza ülkeler arasındaki normalleşme adımlarının da bir sınırı var. Bu girişimlerin ve bahar havasının birkaç yılda, hatta birkaç ayda, bölgedeki tarihsel ve jeopolitik husumetlerden kaynaklanan sert saha gerçeklerine gelip dayanacağını öngörmek kehanet sayılmamalı. İyimser olmak için şartlar mevcut, ama burası Ortadoğu ve burada bahar çok çabuk hazana dönüşebiliyor; hesapsız yakınlaşmaların da rotasız uzaklaşmaların da bedelleri var burada.