Filistin Devlet Başkanı -her ne kadar böyle bir devlet fiilen var olmasa da- Mahmud Abbas, 14-15 Ağustos’ta Türkiye’ye resmî bir ziyaret gerçekleştiriyor. Abbas’ın TBMM’de hitap etmesi öngörülüyor ki bunun bir anlamda, İsrail Başbakanı Netanyahu’nun geçtiğimiz günlerde ABD Kongresi’ne hitap etmesine karşılık, biraz duygusal biraz diplomatik bir hamle olduğunu söylemek çok zor değil. Aslında bu hitabın Hamas lideri İsmail Heniyye ile birlikte ve yan yana yapılması, Filistinliler arası birlik görüntüsü açısından da çok daha uygun olurdu şüphesiz, ama bu ihtimalin konuşulduğu günlerde Heniyye Tahran’da uğradığı suikast sonucu hayatını kaybetti.
Mahmud Abbas henüz Türkiye’ye gelmeden, kendisi hakkında her türlü hakaret ve tezvirat kampanyası -“eleştiri” demiyorum, hakaret etmeden fikrini ifade etme ve eleştirel düşünce bizde gelişmiş bir alan değil maalesef- başlatıldı. Sosyal medyada yayılan bu söylemler içinde en fazla öne çıkanlar, Abbas’ın “hain ve işbirlikçi olduğu, Filistin’i Siyonistlere sattığı” vs. mealindeki sözler.
Bu yazı, bir Abbas savunusu değil, bu satırların yazarının meseleleri değerlendirme perspektifinden, bu olamaz da zaten. Lakin gereksiz hamasetle kendinden geçen, sloganlarla düşünen Türk kamuoyuna hatırlatıcı bir uyarı; ve evet, bir “saçmalamamaya davet” yazısıdır.
Bu yazının birtakım “fanatik” ve ideoloji tutkunu zihinlerde makes bulmayabileceğini tahmin ediyorum, onların eleştirilerini duyabiliyorum şimdiden; ama akıl ve vicdan sahibi geniş çoğunluğa benim hitabım. Herhangi bir ideolojik bakışla değil, bir Ortadoğu araştırmacısı olarak tamamen anlamaya ve algılamaya çalışarak, tepki çekeceğini bilerek ama taraf tutmadan ve kalem sahipleri için en kolay şey olan “tribünlere oynamadan” yazıyorum bu satırları.
Mahmud Abbas Kimdir? 90 Yılda Nereden Nereye Geldi?
Abbas bugün 90 yaşına yaklaştı, 1935’te o zamanın İngiliz manda idaresi altındaki Filistin’inde, Celile’de doğdu. Filistin halkının yüz binlerce talihsiz ferdi gibi, o da henüz bir çocukken tattı işgal realitesini; Arapların alçaltıcı bir yenilgi aldığı 1948 Savaşı sırasında komşu Suriye’ye sığındı ailesiyle birlikte. Şam’da hukuk tahsili yaptı, ardından Mısır’a göç etti (1958-61 arasında Mısır ve Suriye, Birleşik Arap Cumhuriyeti adı altında başarısız bir ortak devlet kurmuştu). O dönemde Suriye’nin de Nâsır Mısır’ının da hâmisi Sovyetler’di, Abbas da komünist ideolojinin uluslararası eğitim kurumu olan Moskova’daki Patrice Lumumba Üniversitesi’nde doktora programına kaydoldu.
Bilahare kitaplaştırılan doktora tezi, Madalyonun Öteki Yüzü: Nazizm ve Siyonizm Arasındaki Gizli İlişki başlığını taşıyordu. Kitapta, Yahudilerin Nazilerle işbirliği yaptığını savunduğu bölümler nedeniyle hedef gösterildi Abbas; bunlara cevabında, soykırımı inkâr etmediğini ve bunun insanlığın kabul edemeyeceği bir suç olduğunu söyledi. Bunu söylerken muhtemelen içinden de “lakin soykırıma uğramış olmak, başka bir halkı soykırımla yok etmek hakkını vermez kimseye” diye eklemişti. Ancak bunu açıktan söyleyip savunmadığı için biraz da, sonraki yıllarda İsrail’le işbirliği suçlamalarına sıkça maruz kalacaktı.
Abbas 1950’lerden itibaren Katar’da politik faaliyetlerin içinde olmaya başladı. Henüz 1959’da Yasir Arafat ve yakın arkadaşları tarafından kurulan, Filistin davasının sembol örgütü el-Fetih’in birkaç kişiden oluşan kurucu heyet üyelerinden biri Abbas’tı. Yani sürgünü ve savaşı yaşamış, doğduğu köye bir daha dönememiş Abbas 65 yıldır resmen Filistin davasının yönetici kadrosunun içinde. Kendisini hainlikle suçlayanların muhtemelen anne-babaları dahi hayatta değilken, el-Fetih üyesi olmanın ve özgür Filistin için arenaya çıkmanın bedelini ödemeye başlamıştı Abbas.
On yıllarca Filistin liderliğinin diplomatik girişimlerinde öncü ol oynadı, bilhassa Körfez monarşileri ve Arap ülkeleriyle temaslarda çeşitli inisiyatifler aldı. Filistin mücadelesi için mali kaynak temin etme ve fon toplama meselesi de Abbas’ın sorumluluğundaydı. Kendisiyle ilgili usulsüz zenginleşme ve zimmetine para geçirme suçlamalarının da çıkış tarihi bu yıllar. Ancak oğulları Körfez’de ticaretle uğraşan iş adamları olan Abbas hakkındaki bu usulsüzlük iddialarını destekleyen somut kanıtlar elimizde yok, argümanların çoğu söylenti ve çıkarımlara dayanıyor. Bu açıdan söylentilerin doğru olabileceğini, ancak her gün İsrail, Batı ve bizzat Filistinli gruplar kaynaklı onlarca propaganda söyleminin ortaya çıktığı bu tür bir meselede teenniyle hareket edip, bu tür sözlerin politik ihtilaflardan kaynaklanabileceğini göz önünde bulundurarak, kimseyi otomatikman suçlu ilan etmenin doğru olmayacağı aşikâr.
1980’lerde Filistin-Sovyetler ilişkilerinde temas noktası da Abbas’tı, bu sebeple -bugünkü suçlamalara benzer şekilde- Batı basınında sıklıkla “KGB ajanı” ithamlarına da maruz kalmıştı. 1993’teki meşhur Oslo Antlaşmaları ve 1948’deki taksim planından sonra, bir Filistin devletini tarihte ilk kez mümkün kılan, en azından bu hayali kurduran sürecin diplomasi sahasındaki mimarlarının başında da Abbas geliyordu. Pragmatist bir siyasetçi ve diplomat olan Abbas, başından beri müzakere ve diyaloğu savundu, zaman zaman büyük tavizler verdi ve bu yüzden çoğu zaman ihanetle suçlandı.
Mahmud Abbas Hain mi? “İhanet” Kime ve Neye Göre?
Peki, Filistin davasının 70 yıldır içinde olan ve en üst seviyede bu davada yöneticilik yapmış, bunun maddi manevi bedelini ödemiş, kendisi de sürgün yaşayan ve evi işgal edilen, 90 yaşında yurtsuz kalmış bir ihtiyar lider için, “ihanet” söylemlerine nasıl bakmak lazım?
Öncelikle Abbas’ın sütten çıkmış ak kaşık olmadığını belirteyim. Filistinliler arasındaki ayrılık ve kutuplaşmanın -Arafat’tan da ziyade- öncelikli müsebbibi ve müşevviki, Abbas yönetimindeki el-Fetih’in bilhassa son 20 yıldaki yanlış politikalarıdır. Abbas’ın 2006’da Hamas’ın kazandığı seçimden sonra örgütü tasfiye etmek için aldığı sert önlemler, Heniyye’yi başbakanlıktan alması ve akabinde Gazze-Şeria olarak sadece toprakların değil toplumun da tam ortadan ikiye bölünmesi, İsrail’le özellikle “güvenlik işbirliği” adı altındaki sorunlu ilişkileri, şeffaf bir mali yönetim sunmaması, yolsuzluk iddialarına karşı tatmin edici adımlar atamaması, yakın çevresindekilerin zulme varan uygulamalarına siyaseten ses çıkarmaması… Listeyi uzatmak mümkün, her siyasetçi gibi Abbas’ın da çok sayıda hatası ve yanlışı var. Ancak “ihanet” bu tür şeyleri tanımlamak için oldukça “iri” ve maksadını aşan bir lakırdı.
Bununla birlikte Hamas da sütten çıkmış ak kaşık değil, Filistinliler arasındaki bölünmenin derinleştirilmesinde el-Fetih kadar Hamas da kabahatli. Hamas da el-Fetih gibi, reaksiyoner ve misillemeci hareket tarzıyla bu yarılmayı daha da derinleştirdi. Bilhassa 2006-07 dönemindeki politik karmaşada, el-Fetih’i Gazze’den tamamen kovup çıkarırken yüzlerce insanın ölümüne sebebiyet vermesi, iki örgüt arasındaki eski husumet ve düşmanlıkları daha da tahkim etti. O tarihten önce de benzer sorunlar vardı, ama 2006-07 süreci iki örgütü kan davalısı haline getirdi adeta. Ancak bunda şaşırtıcı bir durum yok, bu insanların hiçbiri peygamberane bir ahlak timsali olma iddiasıyla ortaya çıkmadı, politik mücadele sahnesinde doğruları kadar yanlışları da var ve olacak iki tarafın da. Hamas lideri Heniyye’nin suikasta uğraması, on binlerce Hamas sempatizanı insanın kadın ve çocuk demeden Gazze’de katliama uğraması, maddi ve manevi büyük bedeller ödemek geçmişteki politik yanlışları ve sorunlu tercihleri doğru kılmaya yetmiyor.
Türkiye’de kamuoyu Gazze’de yaşanan ve 10 aydır hız kesmeden devam eden katliamdan dolayı duygusal tepkiler verebiliyor. Abbas’ın bazı umursamaz hareketleri ve söylemleri de bu tepkileri besliyor. Bu konudaki eleştirilere katılıyorum ve hak da veriyorum. Bununla birlikte -iyi veya kötü- Filistin’in uluslararası camiada lideri olarak kabul edilen isim Mahmud Abbas. Hamas ise -bu tanımlamayı politik bulsam ve büyük ölçüde katılmasam da- “terör örgütü” olarak görülüyor umumiyetle. Ankara’dan önce Moskova’da Putin’le görüştü Abbas, ondan önce de Pekin’deydi ve diğer Filistinli örgütler de kendisini lider olarak tanıyıp ulusal uzlaşı hükümeti kurulması için kendisine destek ve ortak irade beyan etmişlerdi. Bu açıdan, Filistin davasının görünürdeki en fazla uluslararası kabule mazhar olan lideri -tüm hatalarına rağmen- halen Mahmud Abbas. Bu seviyede kabule ve geçerliliğe sahip bir ismin, ideolojik saiklerle ve kısır iç politik tartışmalara kurban edilerek bu denli yıpratılmasını doğru bulmuyorum. Abbas karşıtı muhalefet Filistinliler için meşru ve doğrudur, yeterli uzlaşı oluşunca liderlikten indirilebilir de. Ancak Filistin dışındaki Abbas karşıtı sert söylemler, en başta Filistin davasının kendisine zarar verir ve veriyor da.
“İhanet” Söyleminde Birkaç Önemli Husus
Türkiye’deki Hamas algısı ve Abbas karşıtı retorik, uluslararası kamuoyu tarafından -hatta çoğu Arap ülkesinde de- pek paylaşılmıyor, soykırıma varan katliamı durdurmak için büyük bir inisiyatif alınmamasının sebebi de bu esasen. Türkiye’deki Filistin kökenli gazeteci ve sosyal medyada takipçisi bol hesapların, öncelikle iç siyasi rekabetten kaynaklı Abbas düşmanlığının da yaşananlar karşısında günah keçisi arayan öfkeli Türk kamuoyunda ateşi harladığını gözlemliyorum.
Bu noktada bir dostane ikaz, Türkçe yazan bu Filistin asıllı isimlere: Paylaşım ve yorumlarınızda ölçülü olmanızda fayda var, siyasi görüşünüz istikametindeki söylemleriniz kendi açınızdan makul olabilir, rakip grupları siyaseten kabahatli ve işbirlikçi göstermek istiyor da olabilirsiniz. Siyasette yanlış da olsa bu tür şeyler olabilir. Ancak insanlar neyi ne niyetle söylediğinizi süzemediği için yanlış istikamette bir nefret dalgasını -hatta doğrudan Filistin ve Hamas’a karşı- ve kutuplaşmayı körüklüyor olabilirsiniz. Bu nefret dalgası bugün ve kısa vadede size faydalı da olabilir; ama orta ve uzun vadede Türkiye’deki Filistin algısına iyilik yapmıyor bu tavrınız.
Bir dostane ikaz da kamuoyuna ve politika yapıcılara: Lütfen size söylenen şeyleri akıl ve muhakemenizle süzün. Hangi sözün kim tarafından, ne niyetle ve neyi amaçlayarak söylenmiş olabileceğini biraz düşünün. Basit algı manipülasyonlarına ve Filistinli gruplar arasındaki rekabetten kaynaklanan çatışmacı diskura prim vermeyin. Uzmanları dahi konuyla ilgili bilgilerin çok kısıtlı bir bölümüne hâkimken, sizin sosyal medyadaki birkaç cümlelik veya birkaç paragraflık yorumlardan hareketle -bilgi bile değil, yorum!- iri iri laflar etmeniz, insanları “ihanet” gibi bir onursuzlukla bu kadar kolay suçlamanız anlaşılır değil. Buna cidden gerek yok ve Filistin davasına makro çerçevede hiçbir faydası da yok.
El-Fetih geçmişte sert söylemleri ve silahlı mücadeleyi savunsa da bugün gelinen noktada müzakere ve diplomasi yoluyla sonuç alınabileceğini, silahlı eylemlerin var olan kazanımları da zora sokabileceğini ve Filistin halkı için durumu daha da ağırlaştıracağını savunuyor. Bu tutum kendi başına doğru veya yanlış olabilir, ancak 7 Ekim sonrası Gazze’deki durum bu yaklaşımı doğruluyor büyük oranda. Bu siyaset tarzı elbette hiçbir şey yapmadan umutsuzca kaderini beklemeyi de gerektirmez. Nitekim son 20 yılda el-Fetih ve Abbas yıldan yıla zayıflarken, Hamas’ın destek tabanı direniş söylemi ve yaygın umutsuzluk sayesinde genişlemiş durumda. Ancak unutmamak gerekir ki bunlar iki farklı siyaset ve mücadele tarzıdır: Ne silahlı mücadele kişileri kahraman kılar ne de diplomasi ve müzakere yolunu savunmak bu söylem sahiplerini “işbirlikçi ve hain” kılar. Her ikisi de aynı sonuca gitmeyi hedefleyen farklı politik mücadele yollarıdır, duruma göre bazen biri bazen diğeri daha başarılı sonuç verebilir.
Ancak on yıllardır bu mücadelenin içinde bedel ödemiş insanları -politik duruşunu beğenelim veya beğenmeyelim- ihanetle suçlamak, başlı başına sorunlu bir yaklaşım. Üstelik bunlar hariçten gazel okumayı ve klavye başından akıl vermeyi çağrıştıran çirkin hareketler. ABD ve İsrail’in, silahlı mücadeleyi savunan Hamas yerine müzakereleri önceleyen Abbas’ı muhatap olarak tercih etmesi de bu çerçevede değerlendirilmeli. Bu bir sebep ve “ihanet” suçlamasına gerekçe değil; sonuç. Abbas “hain ve işbirlikçi” olduğu için muhatap alınıyor değil, güçlü aktörler tarafından muhatap alındığı ve sonuç alınabileceğine inandığı için diplomasi ve müzakerelere vurgu yapıyor. Benzer şekilde geçmişte Hamas’ı İsrail’in kurdurduğuna dair komplo teorileri de vardı, bir ölçüde Tel Aviv yönetimi güçlü el-Fetih’i dengelemek için Hamas’ın Gazze’deki gelişimine göz yummuştu; aynı şekilde bu durum da el-Fetih karşısında Hamas’ı hain ve işbirlikçi kılmaz. Hayat 0-1’den veya ak-kara’dan ibaret değil, ezbere yol almadan akıl ve muhakemeyle gelişmeleri değerlendirmek ve kolaycılığa kaçmadan olaylara bakmak durumundayız.
Son söz olarak; hiç kimse mutlak doğru veya mutlak yanlış değil. Hakikat yekpare bir bütün değil, kimsenin tekelinde falan da değil. Falanca örgütten olmak kimseyi hatasız kılmadığı gibi, filanca yapıya müzahir olmak da o kimseyi tümüyle haksız ve yanlış kılmaz. İletişimin bugün ulaştığı seviyede bilgiye erişmek çok kolay; ama bu kolaylık aynı zamanda manipülasyona da açık kılıyor insanı. Kişisel olarak benim önceliğim bomba altındaki insanlar, kamplarda insan onuruna yakışmayan şartlarda kalmak zorunda bırakılmış yurtsuz yüz binlerce mağdur kadın, çocuk ve ihtiyar, geleceği ve umutları çalınmış biçare insanlar. Siyasetçiler ve örgütler, partiler geçici yapılardır, mücadele için kurulmuş oluşumlardır; bugün siyaseten “melek” olurlar, yarın “hain” ilan edilmeleri ve ademe mahkûm edilmeleri çok uzun sürmez (buna en son örnek, Türk kamuoyunda Mısır ve İhvân-ı Müslimîn’e dair 10 yıl önceki ve şimdiki algılamalar).
Hamas’tan önce de bir Filistin vardı ve yine var olacak. El-Fetih’ten önce de bir Filistin vardı ve yine var olacak. Kamuoyundaki algının aksine, Filistin tek başına Hamas’tan ibaret değil, elbette tek başına el-Fetih’ten de ibaret değil. Bu yapılar Filistin gerçeğinin İslamcı, milliyetçi, seküler, muhafazakâr vb. boyutlarının, kendi aralarında politik rekabete girişmiş temsilcileri sadece. Örgütler ve liderleri mukaddes değil. Filistin halkı ise yüzlerce yıldır orada yaşıyor ve hangi ideolojiye bağlı olursa olsunlar, hepsi eşit derecede sevgi, dayanışma ve anlayışı hak ediyor.
Onlarca yıllık Filistin davasını, ideolojisi kendisine yakın diye belli örgüt ve oluşumlara indirgeyenlerin “Filistin” gibi bir derdi yoktur. Hakikate giden yollar türlü türlüdür. Kendi yolunun en güzel yol olduğunu söylemekte bir beis yok; ama herkesin yolunun yanlış ve sadece kendininkinin doğru olduğunu söylemek hakikate karşı hürmetsizlik, aşikâr bir hadsizliktir.