Atanamamış muhalifler

İlim ve sanat erbabının iktidarla/otoriteyle münasebetleri hep mesafeli olagelmiştir; ateşe yaklaştıklarında yanacaklarını, uzaklaştıklarında ayazda kalıp donacaklarını bilirler. Otorite, ilim ve sanat erbabı için zemini hazırlar, imkanlar sağlar, yolları açar, destekler, teşvik eder, en başta özgürlüklerini güvence altına alır. İlim ve sanat erbabı da dalkavuk gibi övmekten, her yapılana peşinen burun kıvırmaktan kaçınarak belli bir mesafeden gerektiğinde över, gerektiğinde yererler. Son yıllarda,

İlim ve sanat erbabının iktidarla/otoriteyle münasebetleri hep mesafeli olagelmiştir; ateşe yaklaştıklarında yanacaklarını, uzaklaştıklarında ayazda kalıp donacaklarını bilirler. Otorite, ilim ve sanat erbabı için zemini hazırlar, imkanlar sağlar, yolları açar, destekler, teşvik eder, en başta özgürlüklerini güvence altına alır. İlim ve sanat erbabı da dalkavuk gibi övmekten, her yapılana peşinen burun kıvırmaktan kaçınarak belli bir mesafeden gerektiğinde över, gerektiğinde yererler.

Son yıllarda, her meselede olduğu gibi, ilim ve sanat erbabının iktidarla münasebetlerinde de denge şaştı, ifrat-tefrit, kutuplaşma orada da sağlıklı bir ilişkiyi ortadan kaldırdı.

Şimdi bir kısım ilim ve sanat erbabı sırtını bütünüyle otoriteye dayayıp “simbiyoz” yaşamı tercih ediyor; diğer bir kısım ise, müzmin, hastalıklı bir muhalefetle yapılan her işe, iyi de olsa, şiddetle karşı çıkıyor.

“Yandaş” ve “müzmin muhaliflerin” arasında bir “makul” kesim yok mu? Var. Çokça var. Gerektiğinde destekliyor, gerektiğinde eleştiriyorlar. İtibarlarını tamamen iş ve eserlerinden elde ediyor, iltifat görmeseler, hatta çoğu zaman anlaşılmayıp, kıymetleri bilinmeyip hor da görülseler, makuliyet ve hakkaniyet zemininde sapasağlam ilerliyor, otoritenin şiddetle ihtiyaç duyduğu rehberliği, yol göstermeyi, ışık tutmayı onlar ifa ediyorlar.

“Yandaş”, “müzmin muhalif” ve “makul” kesime şimdilerde bir de “atanamayan muhalifler” eklendi.

Yıllar önce, eski bir dost, uzak diyarlardan Ankara’ya gelmiş, elindeki çok “mühim” ve “orijinal” projeler için Kültür Bakanlığı ile TRT’den teşvik istemişti. Hayali, devlet dairelerinden çıkarken poşetler içinde balya balya parayla çıkmaktı. Olmadı. Olmayınca iktidara karşı çok ama çok sert bir muhalefete başladı, öyle de devam ediyor.

O eski dost, en azından Ankara’ya gelip kapı kapı dolaşmıştı; iktidar kıyılarında, Ankara koridorlarında pabuç eskitip umduğunu bulamayanların yanında bir de evinde oturup kapısının çalınmasını bekleyenler var. “İktidar beni görsün, beni bulsun, beni dinlesin, ‘ben olmasam devlet yönetilemez’, ‘neden her şeyi bana sormuyorlar’, ‘ben buradayım beni neden keşfetmiyorlar’, ‘ben neden bakan değilim, hatta Cumhurbaşkanı değilim?’” hissiyatıyla bekleşip duran, burnundan kıl aldırmayan, kibrinden zerre parça taviz vermeyenler var. O kapının zili bir türlü çalmayınca da orada olduklarını göstermek için daha çok bağıran, mizanı şaşıp, şirazesi dağılanlar var.

Bu “atanamamış muhaliflere” ayna tutmak da mümkün değil; hırs ve kibirleri aynayla aralarında kalın bir perde. Ama biz yine de düştükleri iki tuzağı burada hatırlatalım:

Birincisi, iktidardan bekledikleri iltifatı bulamayınca, dümeni muhalif kitleye kırıyorlar. Orada sahte bir itibar da görüyorlar. Alkışlayanlar, sırtlarını sıvazlayanlar, “aferin” diyenler, beğenenler, paylaşanlar, takip edenler gözlerini kamaştırıyor. İktidara yakın medyada bulamadıkları stüdyo koltuklarını, gazete sütunlarını, bir miktar “dünyalık” ile birlikte “aşık ve maşuklarını” da orada buluyor ve gözleri kamaşıyor. Marifet iltifata tabi olmaktan çıkıp iltifata esir oluyor; ilim ve sanat ondan sonra doğal mecrasından çıkıp beklentiler ve beğeniler doğrultusunda ilerliyor.

İkinci tuzak ise, bekledikleri iltifatı göremedikleri, içinden çıktıkları mahalleye öyle bir kin ve nefret doluyorlar ki, orada ölçüyü daha da kaçırıyorlar. Tahkir, ezikleme, aşağılama, horlama haydi neyse; siyasetin de mahallenin de ötesine geçip en temel, en kutsal değerlere bile kılıç sallamaya başlıyorlar. İktidara muhalefetin dozunu ayarlayamayıp, dine, dini değerlere muhalefete kadar işi götürüyorlar. Arenada alkışın, tezahüratın doruklara çıktığını görüp, kapışma bittiğinde seyircilerin arenadan daha çıkarken kendilerini unutacağı hakikatini göremeyip, ipin ucunu daha da kaçırıyorlar. Çok “layk” aldığını görüp cami duvarlarına pislemeye kadar işi vardırıyorlar. İşte orada soğuk bilgiyle ortada kalakalıyor, irfan, idrak ve hikmete veda ediyorlar.

Bazı meseleler siyasetin üzerindedir; siyaset gelip geçer, iktidarlar değişir, tabelalar, isimler değişir. Kibir ve hırsa, para ve şöhrete teslim olup fikir namusunu çiğnemeye değmez. Onun için her daim, Ayet-i Kerime’deki o duayı emeli: “Allah’ım ayaklarımızı sabit kıl!”