CHP Genel Başkanı Özgür Özel, 19 Mayıs günündeki bayramlaşmamız sırasında hatırlattı: O mayıs gününde, benim bir de özel anım var. Anımı kitaplarımda anlatmıştım. Oradan aklında kalmış. Beni, o anım için de kutladı. Buna o günkü miting konuşmalarında da değinme inceliğini gösterdiği için konuyu burada da özetliyorum:
O özel “anı”mın başlangıcı, 1950 yılının mayıs ayının 14 Mayıs günüdür. O gün, malum, bir süre tek partili bir rejimle yönetilen Cumhuriyetimizin tarihinde, iktidarın çok partili bir seçim sonunda değiştiği gündür. Ben o sırada Ankara’da “siyasal bilgiler okulu”nun birinci sınıfında okuyordum. (“Siyasal bilgiler” henüz fakülte sıfatını alamamıştı. Bir “yüksekokul” statüsündeydi. Bir süre sonra fakülte olacaktı ama sürecin işlemleri henüz tamamlanmamıştı.) Okulun gerek hocaları, gerekse öğrencileri arasında Demokrat Parti’yi destekleyenler, çoğunluktaydı. Biz CHP’den yana olup da siyasete aktif olarak katılmak isteyen öğrenciler ise oldukça küçük bir azınlık halindeydik. Ama o seçim günü sabahtan itibaren, seçimi izlemek için bir araya gelmiştik, sandıkların bulunduğu okullara gidip seçimleri yerinde izleyecektik. Sabahtan akşama kadar okullardaki sandık başlarında dolaştık. Sonra bir süre, sandıklara atılan oyların sayımlarını da izledik. Daha sandıkların açılmasından beş on dakika sonrasından itibaren şu gerçek ortaya çıktı: En azından Ankara’da dolaştığımız sandıklarda Demokrat Parti açık ara öndeydi. Gece biraz uyuyup sandıklara gittiğimizde ise durum artık kesinleşmiş gibiydi. CHP seçimleri kaybediyor, Demokrat Parti kazanıyordu. Başka şehirlerden Ankara gazetelerine ulaşan haberlerde de durumun Demokrat Parti lehine çıkacağı anlaşılıyordu.
Biz üç kişilik bir gruptuk. Kendi aramızda bir karara vardık. Sonuçlar açıklanır açıklanmaz CHP’ye gidip üye olacaktık. Üyeliğimizden itibaren de aktif olarak partimizin saflarında çalışacaktık.
O kararımızı uygulamamız kolay olmadı. Ama sonunda bunu başardık. Ve o günden sonra da CHP’liliğimiz devam etti. Üçümüzden biri Mustafa Kemal Palaoğlu, öğrenimi bittikten sonra, milletvekilliği yaptı. Meclis başkanvekili de oldu. Hüsnü Ertuğrul memuriyeti tercih etti. Müfettiş oldu. Ben de gazeteciliğe başladım. Ama partililiğim hep devam etti. Bu yıl da işte CHP’liliğimin 75’inci yılına ulaştım.
***
Bugün, yazı konusu olarak bu konuyu almamın bir nedeni de şu:
CHP’li olarak yaşadığım o süre içinde, bir gün bile o durumumdan pişman olmadım. Bu memnunluğum, CHP’nin gerek geçmişteki, gerekse şu sıralardaki siyasi çalışmalarının genellikle isabetli ve gerekli olduğunu görmekten geliyor.
Bir de, “Böyle olmasaydı da şöyle olsaydı ne olurdu?” gibi soruların yanıtlarını düşünmekte fayda vardır. Özellikle de ülkeler için “hayat memat” meselesi gibi görülen konulardaki tutumlarını.
Mesela, “Türkiye İkinci Dünya Savaşı öncesinde de Osmanlı devletinin Birinci Dünya Savaşı öncesindekine benzer politikaları tercih etseydi?” gibi...
Mesela, Birinci Dünya Savaşı öncesinde biz, Almanlardan yana savaşa girersek Mısır’ı İngilizlerin elinden alırız. Belki Trablusgarp’a da yeniden girerdik. Hedefler böyleydi.
Sonuç malum: Birinci Dünya Savaşı’nda Türkiye Mısır’ı almak, hatta daha da ileriye giderek Afrika’nın kuzeyindeki daha başka yerleri kazanmak bir yana, İzmir dahil, batısındaki vilayetlerini ve daha birçok toprağını kaybetmek tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır. Ve o durum ancak Atatürk’ün başkomutanlığındaki Türkiye Büyük Millet Meclisi ordularının zaferiyle ortadan kaldırılmıştır.
Birinci Dünya Savaşı’ndan alınması gereken o derslere ve benzerlerine rağmen, Cumhuriyet döneminde Hitler Almanya’sının Stalin Rusya’sına saldırdığı sırada, Almanlarla birlikte Rusya topraklarına girip Kırım ve Kafkasya’dan toprak alıp “ırktaş”larımızı kurtarma merakına kapılan yurttaşlarımız da olmuştur. Türkiye’nin yönetimi ise sürdürdüğü “Yurtta barış, dünyada barış” ilkesini uygulamaktan şaşmamıştır. O sayede Türkiye, İkinci Dünya Savaşı sırasında milyonlar ve milyonlarca insan kayıplarına uğrayan ülkelerin başına geldiği gibi doğrudan doğruya savaş sonucu olarak hiçbir can kaybına ve savaş tahribatına uğramamıştır.
Bir de, ekonomik durumu hatırlayalım. Bunun için 1920’lerdeki, 30’lardaki, 40’lardaki gazete koleksiyonlarına göz atılması yeter.
1930’lar dünyasındaki ekonomik krizler sırasında, devletin izlediği devletçi politikaların ve tasarruf önlemlerinin de etkisiyle, Türkiye o dönemin sıkıntılarını mümkün olduğu kadar az yaşamış bir ülke olarak kalabilmiştir. İkinci Dünya Savaşı’nın bitişinden sonra ise ekonomisini aşama aşama rahatlatıcı tedbirler alabilmiştir.
Ve sonra, 1945’te Avrupa savaşının sona ermesinden hemen sonra Türkiye, o zamanki Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün yönetimi sırasında çok partili demokrasiyi gerçekleştirme sürecini başlatmıştır.
Yaşadığımız bu dönemde de demokrasi karşıtı akımların her türlü faaliyetine karşı, demokrasiyi koruma gayretlerini sürdürmektedir. Şu sıradaki gelişmelerde de halkımızın çok büyük kısmının CHP’yle birlikte o gayretlere katkısının arttığı görülmektedir.
Artık 75 yılı aşmış bir “parti üye”liği döneminden sonra, ben de bu gayretlerin, fazla uzun sürmeyecek bir zaman içinde sonuç vereceğine ve ülkemizin anayasasının 2’nci maddesinde yazılı olduğu gibi -yeniden- “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti” haline, fiilen de gelebileceğine inanıyorum.