Bu konu üzerinde durmaya, geçen yazıda başlamıştım. Bu ikincisi...
Başlıktaki “hedeftekiler” sözcüğünün kapsamındakiler malum: 2007 yılından itibaren medyanın, siyasetin ve siyasal sohbetlerin başta gelen konusu onlardı. Bazı savcıların, hükümet darbesi yapmak için örgütlendiklerinden şüphe ederek haklarında soruşturmalar açtıkları insanlar...
O soruşturmalar 2007’de başladı. O “şüphe”lerin ilkleri, “silahlı kuvvetler”in mensuplarıydı. Bazıları emekliydi, bazıları görevdeydi. Birçoğunun rütbeleri, yüksekti. O başlangıcın sonrasını geçen yazıda özetledim. Soruşturmanın ilk adı “Ergenekon soruşturması”ydı. Sonra soruşturma sayısı arttı. “Ergenekon soruşturmaları” adı altında birçok soruşturma ve kovuşturma başladı. Suç isnat edilenlerin meslekleri de çeşitlendi. Subayların yanı sıra, bazı öğretim üyeleri, doktorlar, gazeteciler, sivil toplum örgütleri mensupları gibi çeşitli mesleklerden ve uğraş alanlarından insanlar da gözaltına alındı. Önce “Birinci Ergenekon”, “İkinci Ergenekon” diye numaralandırıldıktan sonra “Ergenekon”, hepsinin genel ismi kalsa da çoğunun ayrı ayrı isimleri de oldu. “Poyrazköy soruşturması”, “Oda TV soruşturması” gibi.
Sonrasını, geçen yazıda da belirtmiştim: Türkiye, bu “Ergenekon soruşturmaları ve davaları”ndaki aşamaları 2016’ya kadar izlemek zorunda kaldı.
Sonuçta ortaya çıkan gerçek şuydu: O soruşturmaların ve davaların hedefi olan sanıkların, kendilerine isnat edilen suçları işlemedikleri, suç delili olduğu öne sürülen iddiaların geçersizliği ve büyük bir kısmının da düzmece olduğu anlaşıldı.
Yıllarca süren o “Ergenekon süreci”nde, çok acılar yaşandı. Hapishanede veya gözaltında hastalanıp ölenler oldu. Kalanlar, o sekiz yılın bir kısmını eşlerinden, çocuklarından, yakınlarından uzakta, hapishane duvarları arkasında geçirmek zorunda kaldılar.
Ve şöyle bir gerçek de ortaya çıktı: Evet, Türkiye’de bir darbe hazırlığı yapanlar varmış. Ama onlar Ergenekon adı altında hapiste tutulan asker-sivil şüphelileri değil, onların hapiste tutulmasını sağlayanlardı. Bazıları soruşturmaları yapan savcılar ve davaları yürüten hâkimlerdi. 15 Temmuz darbe gününden hemen sonra, yurtdışına çıkmışlar ve bir daha dönmemişlerdir.
***
Evet, iktidar sözcülerinin hedef aldığı grupların ortak sıfatı, “Ergenekoncu”ydu. Ve o hedefin kapsamına giren kişilerin çoğu, “milli savunma”mızla ilgili görevlerde yer almış olan subaylarımızdı.
Hedefteki bir başka grup da başında gene “milli” sıfatının yer aldığı bir kuruluşun mensubu olan insanlarımızdı. Öğretmenlerimiz ve öğrencilerimiz.
Öğretmenlerimizin durumu da belli... Bir süredir, mesleklerinde atanabilmeleri ve çalışmalarını sürdürebilmeleri, aşılması giderek daha da güçleşen koşullar altında. Ayrıca ders programlarındaki ve okulların yönetilmesindeki koşullar da zorlaşıyor. Ülke çapındaki okulların sayısı azalıyor, imkânları daralıyor.
Tabii, “eğitim” denilince akla, yüksekokullar, üniversiteler de geliyor. Hele bir de “üniversite özerkliği” diye bir ilkemiz var ki Türkiye’de daha 1946’dan itibaren uygulanması başlamış... O konuda ortaya çıkan zorluklar, zaman içinde aşılmış. Fakat bu dönemde, hele bazı üniversitelerde -Boğaziçi Üniversitesi’ndeki örneğinde görüldüğü gibi- bahçe kapılarının polis nezareti altına sokulduğu zamanlar da yaşanmış...
Hele şu sıralarda yaşadıklarımız... Öğrencilerin gösterilere katılmasını önlemek için başvurulan önlemler... Katılanların gözaltına alınması, tutuklanmaları ve bayram günlerini bile hapiste geçirmeleri gibi...
***
Toplantıların, gösterilerin önlenmesi... Eskiden herkese açık olan klasik toplantı alanlarının yasaklanması... Televizyonlara ekran karartma cezası uygulanması, mensuplarının soruşturulması, ev hapisleri, ters kelepçe cezalarının uygulanması... Kısacası, basın-yayıniletişim özgürlüklerinin hiçe sayılması...
Evet, bugün karşı karşıya bulunduğumuz bu ve benzeri durumlar, sayıp anlatmakla bitmiyor.
İstanbul Barosu dahil, TÜSİAD dahil, meslek örgütlerine karşı başlatılan girişimler ve yurdun çeşitli yerlerindeki benzeri uygulamalar da öyle...
Ama hele, İstanbul’daki ve başka illerimizdeki, ilçelerimizdeki belediyelere kayyum atamalarından başlayıp sabaha karşı baskınlarıyla, gözaltına almalarla, tutuklamalarla devam eden eylemler... Sadece o hedeflere değil, o hedeflerdeki kişilerin yakınlarına, akrabalarına da yöneltilen işlemler...
Bunların hangisi, gerçekten demokratik bir ülkede, “olağan” gözükebilir?
Aslında, demokrasi alanındaki bu olağandışılıkları saymayı bırakıp demokrasi açısından “olağan” görülebilecek birkaç durum bulmaya çalışmak, belki daha iyi... Eğer başarılırsa hem daha iç açıcı bir iş yapılmış olur hem de bulunan örnekler fazla olamayacağı için yazının buradaki köşeme sığdırılması kolay olur.
Ama o örnekleri arayıp bulmak belki daha da zor. İkisini, üçünü bulmak bile, daha fazla zaman gerektirebilir.