Erdoğan’ın günübirlik Roma ve Lefkoşa gezilerinin dramı

Erdoğan son dönemde ama özellikle 19 Mart sivil darbesinin ardından AKP Genel Başkanı olarak meydanlara inemez, sokaklarda, pazar yerlerinde dolaşamaz, kısacası halkın arasına karışamaz, seçmenle yüz yüze görüşemez, göz göze gelemez oldu. Sarayına çekildi. İçinde bulunduğumuz bu “devir sonu” (“fin de règne”) ortamında perde arkasından ve muhtemelen dehşetle milletin silkinişini, ayağa kalkışını izliyor.

Tüm siyasi ömrünü yıkmaya vakfettiği düzenin yerine ne koyacağını hiç tasarlayamadan heder ettiğinin günden güne kendi de bilincine varıyor olmalı.

Buna karşılık, aynı Erdoğan bu defa “Cumhurbaşkanı” şapkasıyla önce 30 Nisan’da Roma’ya ve 3 Mayıs’ta da Lefkoşa’ya gitti. He iki ziyaret, sabah gidip akşam dönülecek biçimde günübirlikti. Herhalde bu tuhaf durumun nedenleri, Erdoğan’ın hem muhataplarına söyleyecek pek sözü kalmaması, hem onun gibi tek adamların koltuklarını uzun süreyle boş bırakamama kaygıları olsa gerek. Biz burada her iki kısa gezinin dış politikamız açısından ifade ettiği anlamı çözümlemeye çalışacağız.

 

Erdoğan’ın Roma ziyaretinin ev sahibi İtalya tarafınca cumhurbaşkanı adayımız Sayın İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun hukuksuzca tutuklanması ve bunun sonucunda adaylıktan saf dışı edilme girişimi nedeniyle ertelendiği iddia edilmişti. İşin aslının İtalya Başbakanı Meloni’nin ani gelişen ABD Başkanı Trump’ın Vaşington’a davetine icabet etme telaşından kaynaklandığı sonradan anlaşıldı. Öyle ya, “hak gelince bâtıl gider” derdi büyüklerimiz, Meloni de böyle akıl yürütmüş olmalı.

İşin nüktesi bir yana, az ötelenen ziyaretin gerçekleşmesi, söze gelince (artık fazla kullanılmaktan köhnemiş o deyişle) “demokrasi havarisi” hatta “başöğretmen” kesilen Avrupa’nın önde gelen devletlerinin, iş öze ve icraata gelince ne denli umursamaz ve çıkarcı olabildiklerinin de yeni bir göstergesi oldu. Ev sahibi Meloni, konuğu Erdoğan’ı adeta baş tacı etti. Onu, Türklerle muhatap olduklarında hep pohpohlamayla söze girmeleri öğütlenen tüm Batılı muhatapların yaptığı gibi, önce övgülere boğdu ve ardından ağzındaki baklayı çıkararak ülkemizi Avrupa’nın sığınmacı antreposuna çevirdiği için ona içten şükranlarını sundu.  

Erdoğan da tabiatıyla hoşnuttu böylesine koltuklanmaktan ama onun hoşnutluğunun “tamamen duygusal” (!) nedenleri de yok değildi. Zira damadın şirketi BAYKAR’ın İtalyan LEONARDO’yla iş birliği anlaşması da kayınpederin gurur dolu bakışları altında ve alkışları arasında imzalandı.

Şu soru geçerli olmalı: Acaba söz konusu anlaşma mı Erdoğan’ın ziyareti vesilesiyle imzalanmıştı, yoksa bu anlaşma mı Erdoğan’ın Roma’da ağırlanmasının önünü açmıştı? Her hal ve kârda önümüzde duran somut gerçek, LEONARDO’nun kamu şirketi ASELSAN’ın özellikle Avrupa pazarlarında en büyük rakiplerinden olduğu. Yani BAYKAR’ın önünü açan LEONARDO anlaşmasının aynı zamanda ASELSAN’ın önünü kesecek, yolunu tıkayacak olması.

 

Girişte değinildiği üzere yurtiçinde meydana çıkamayan, sokağa inemeyen; yurtdışına çıkışlarını da artık günübirlik gezilerle kısıtlayan Erdoğan, Lefkoşa’ya da ancak yine aynı damadın düzenlediği Teknofest’in KKTC ayağını teşrif için gitti. Bizler o arada milletin “adayımızı yanımızda, sandığı önümüzde görmek” talebini Ankara’ya duyurmak için tarihsel katılıma sahne olan partimizin düzenlediği Konya mitingindeydik. Kıbrıs Türkleri de hem memleketlerinin batakhaneye çevrilmesi bağlamında gazeteci Ayşemden Akın’a yönelik ölüm tehditlerini protesto, hem laik eğitimi savunmak adına kitlesel olarak sokağa çıkmışlardı.

Erdoğan, tıpkı burada yaptığı gibi orada da kutuplaştırıcı söyleme tutunmayı sürdürdü: “Burada kalkıp da eğer sen Kuzey Kıbrıs'ta kızlarımızın başörtüsüyle uğraşmaya kalkarsan kusura bakma karşında bizi bulursun. Çünkü biz bunun mücadelesini çok verdik." ifadelerini kullandı. Elinde çekiç, tüm sorunları çivi olarak gördüğünü yine gösterdi. Henüz neredeyse daha dün Orta Asya Türk cumhuriyetleri GKRY’de büyükelçilik açma kararlarını resmen duyurmuşken, “KKTC’nin Türk dünyasının ayrılmaz bir parçası olduğunu” dile getirdi. Kıbrıslıların “Erdoğan’ın 4. Sarayı” dedikleri 25 dönümlük cumhurbaşkanlığı yerleşkesi inşaatıyla böbürlenerek, icraatı burada yaptığı gibi orada da beton dökmekle eşleştirdi.

Burada altı çizilmesi gereken sakıncalar pek çok: Aile bağları boyutu üstelik stratejik savunma sanayisini de kapsama eğilimine girdiğinde “Putin tarzı” yönetimin bir boyutu daha ama belki en önemli sütunu resme dahil olmuş oluyor. Roma ziyaretinin peşine, zaten Erasmus programına katılacak öğrencilerimize bile vize vermeyen İtalya’nın 5 bin yurttaşımızın vize başvurularını askıya alması kişisel çıkarların sunağında ulusal çıkarların nasıl kurban edildiğini gösteriyor. Hem İtalya hem KKTC gezilerinde benimsenen söylem, diplomaside eylem söylem makasının ne denli açıldığını kanıtlıyor. Kaldı ki Türkiye’nin adadaki “garantörlük” hakkının esasen Kıbrıs Cumhuriyeti’nin varlığını garanti etmek yani güvenceye almak olduğunu bize anlatılan ne olursa olsun, okuma yazması olan muhataplar biliyor.

Tıpkı Orta Asya Türkî cumhuriyetlerinin GKRY’de büyükelçilik açma kararının gözlerden kaçırılmaya çalışılması gibi, İsrail Başbakanı Netanyahu’nun 7 Mayıs’ta başlayacak beş günlük ziyaretinin stratejik ve diplomatik anlamı ancak Dışişleri’nden gelen cılız “üst uçuş izni verilmediği” açıklamasıyla geçiştirilmeye kalkışılıyor. İçeriğine ilişkin dişe dokunur bilgi sahibi olamasak da İsrail gibi sürekli savaşta olan bir devletin hem de Netanyahu profilindeki bir başbakanının başlıca stratejik ortağı ABD’ye dahi neredeyse sabah gidip akşam dönerken, Azerbaycan’da beş gün geçirecek olmasının anlamı üzerine Ankara’daki karar alıcıların ağızlarını bıçak açmıyor.

Erdoğan Türkiye’nin Avrupa Konseyi’nin kurucu üyesi, NATO’nun 1952’den bu yana müttefiği, Avrupa Birliği’nin 1999’dan beri resmen aday ülkesi, G-20 ortağı olduğunu nedense hiç anımsamıyor. Zira, inşa etmeye çalıştığı ancak Türkiye tarihiyle, nüfusuyla, kültürüyle ne Rusya ne Ortadoğu veya Orta Asya ülkesi olmadığı cihetle bir türlü tutturamadığı tek adam rejiminin demokrasi ve hukuk devleti ölçütleriyle sınanması Erdoğan’ın hiç işine gelmiyor. Küresel bağlamı da uygun gördüğü için diplomasiyi münhasıran “perakendeci pazarlıkçı” esnaf zihniyetiyle, “kervan yolda düzülür” mantığıyla, günü kurtarmak ve kendi iktidarının ömrünü uzatmak saikleriyle yürütüyor.

Özetle, Erdoğan’ın peş peşe gelen günübirlik Roma ve Lefkoşa ziyaretleri tek adam rejiminin cumhuriyetimizi nasıl bir diplomasi cenderesine sürüklediğinin, nasıl bir diplomasi açmazına soktuğunun yeni ve en taze göstergeleri oldu. Yurtiçinde her şey yozlaşır ve kasten yozlaştırılırken bu durumun dış politikaya da bulaşması ve ulusal güvenliğin de altını oyması kaçınılmazdı. Öyle de oluyor. Cemil Önal gibi yeraltı dünyasından bir itirafçının Hollanda’da öldürülmesinin ardından kuşkucu bakışların hemen Ankara’ya dönmesi düştüğümüz ligi betimliyor. Hiç geciktirmeden “adayımızı yanımızda, sandığı önümüzde” görmemizin bu bakımlardan da Cumhuriyetimiz için gerçekten bir “beka” meselesi, bir varkalma önceliği olduğu her geçen gün daha iyi anlaşılıyor.