Ülkemizin kuzeyinde Ukrayna’da ve güneyinde hem Filistin’de hem Suriye’de süregiden çatışmalar var. Bunlara geçtiğimiz yıllara bakarak kâh artan kâh düşen ama hep devam eden gerilim alanları olarak (saat yönünde) Kafkasya (Azerbaycan-Ermenistan), İran ve Doğu Akdeniz hatta Ege de eklenirse geriye kala kala 259 km. uzunluğundaki Bulgaristan sınırı kalıyor.
Tabiatıyla, dış politika bu ulusal güvenlik sınamalarının yönetiminden ibaret değil, lakin bunlarla ilgilenmek zorunlu. Ancak, onun ötesinde ABD ve üyelik hedefimizin geçerli olduğunu varsaydığımız Avrupa Birliği (AB) ile ilişkilerdeki giderilemeyen, kamuoyunun ilgisinden kaçırılabilse de üzerleri örtülemeyen tıkanıklıklar da bulunuyor.
Türkiye’nin durduğu yer sabit ve bunun dayattığı zorluklarla baş etmek gerekli. İktidar değişse de Türkiye haritada bulunduğu noktadan başka bir yere taşınacak değil. Buna karşılık, AKP ve Erdoğan, Türkiye’nin “kim olduğu” sorusunu da neredeyse çeyrek yüzyıla uzanacak iktidarı süresinde tartışmaya açtı.
Aynalarla kavgalı Erdoğan, dış politika sahnesine de, laik cumhuriyetin kurucusunun huzuruna “ümmetin umudu” sloganlarıyla çıktığı gibi, kafa karıştırıcı biçimde yaklaşıyor. Çoğu zaman, örtülü yürütülmesi gerekeni açıktan, saydam olması gerekeni gizli yürüterek bu kafa karışıklığını kendi eliyle de besliyor.
Türkiye demokrasi, özgürlük ve adalet liglerinde diplere düştükçe ülkenin jeopolitik değeri dışında hiçbir albenisi, pırıltısı kalmıyor. Hesap vermek gibi bir derdi de olmadığı için iktidar kısıtlı kaynakların en etkin bicimde kamunun yararına kullanılması gibi bir amaç da gütmüyor. Aynaya bakıp imkân ve kabiliyetlerle yüzleşmekten de kaçındığı için saygınlığımız törpülenerek yitiriliyor.
Geriye devlet güdümlü “başarı öyküsü” diye habire pompaladığı bir “fotoğraflar dizisi” ve üst perdeden ortaya atılmış iddialar kalıyor. Ve bu durum, iddialı olmaktan hoşnutluk duyulmasına vesile oluşturan; bölgesel hegemonya, stratejik özerklik, görkemli yalnızlık, istikrarlaştırıcı güç gibi altı boş sloganları yinelemediği için de, CHP’nin seçmen nezdinde dış politika alanında beğenilmediği varsayımlarıyla destekleniyor.
Putin ile aynı kareye girebilmek ve söylenenlere nazaran Çin’i Akkuyu’ya katılmak için ikna etmek üzere anılan ülkedeki Şanghay İşbirliği Örgütü’ne (ŞİÖ) koşturularak gidiliyor. Altına atılan (en son Lahey başta) nice NATO zirve bildirgesi de hiçe sayılarak, müttefiki olunan Ukrayna’ya destek amacıyla kurulan “Gönüllüler Koalisyonu”nun Paris’teki toplantısına ise, davetli ülkelerin yüksek düzeyli ve geniş heyetlerle katılımına rağmen Cumhurbaşkanı yardımcısı Yılmaz’ın video bağlantısı suretiyle katılımıyla yetiniliyor.
Suriye’de Trump’la kurulduğu varsayılan özel ilişkiye güvenilerek alınmaya çalışılan yolda nicedir patinaj yapılıyor. ABD’ye Ukrayna ve Rusya arasında barışı sağlamak ve Suriye’de de istikrarı temin edip, kalıcı nizam vermek konularında yapılan vaatler de havada kalıyor. Bu durumun Vaşington’da da derin hayal kırıklığı yarattığı, Ankara’nın gürleyen ama yağmayan (“all talk no walk”) bir muhatap durumuna düştüğü de artık biliniyor.
Türkiye açısından herhalde değerli bir işbirliği ortağı olarak görülmesi gereken Paşinyan’ın yönettiği Ermenistan’la sınır kapısı bir türlü açılamıyor. Aliyev ise meseleyi (kendi açısından gayet haklı biçimde) Vaşington’la aradan Ankara’yı çıkararak ele almayı yeğliyor; İsrail’le de ayrıcalıklı ilişkiler kuruyor. Zamanında Libya’yla geçici hükümetlerin biriyle imzalanan mutabakat muhtırasının, son olarak AB tarafından yok hükmünde sayıldığı halde, kâh yürürlükte olduğu kâh yakında Tobruk’taki meclis tarafından yürürlüğe konacağı açıklanıyor. Aynı zamanda doğuda Bingazi’ye egemen ve tanınmayan Hafter tarafıyla da ilişkiler derinleştiriliyor.
KKTC’de halkın AKP’nin dayatmacı tutumundan ve göçmen politikasından yaka silktiği ortada, üstelik yakında seçim var. Kıbrıs meselesinin hallinin AB’nin, hatta ondan önce Gümrük Birliği güncellemesinin kilitli kapısını açacak anahtar olduğu biliniyor. Buna karşılık kulağa hoş geldiği için ulaşılması çok güç iki devletli muhayyel bir çözümden söz ediliyor.
Sınır ötesi harekât ve varlıklar da ayrı bir muamma. Somali, Libya, Katar… Örnek olarak (sayı değişmediyse) Katar’da altı F-16’mız bulunuyordu. Suriye’ye yeni bir askeri harekâttan, kılıcın kınından çekilmesinden söz edilir oldu. Tüm bu gösteriş yahut hegemonya çabasında maksat ve maliyet değerlendirmesi nedir, var mıdır bilinemiyor.
Özetle, müttefik, muhasım, paydaş fark etmiyor: Yıllardır Ankara’ya dışarıdan bakanlar, Ankara’dan beklentisi olanlar, Ankara’yı anlamaya uğraşanlar sürekli poz kesen ancak pozisyon alamayan bir yönetim görüyorlar. Ayrıca, Ankara’da farklı farklı dosyaların birbirine “değdiğinin” ve karşılıklı etkileşimlerin -adeta beyindeki nöronların bir düşünce yaratması gibi- tümleşik bir dış politika oluşturması gerektiğinin bilicine varılamadığı da gözlerinden kaçmıyor.
Ülkeyi yönetenler de “alkışlarla yaşıyoruz” yahut “zaten bir numarayız ilave gayrete ne hacet” havasında mutlu mesut yuvarlanıp gidiyor. Olan ülkemizin halkına, tarihine, saygınlığına, ağırlığına oluyor.