Erdoğan ve Trump en son 24 Haziran'da Lahey'de yüz yüze görüşmüştü
Cumhur İttifakı’nın küçük ortağı Bahçeli, Rusya ve Çin’le ittifak çağrısı yapıyor.
Büyük ortak Erdoğan Dolmabahçe'de Trump Jr. ile gizlice görüşüyor. Söz konusu görüşme Genel Başkanı’mızca ifşa edilmese kulaklarının üzerine yatacaklar ama günler sonra da olsa Beştepe bu bilgiyi doğrulamak zorunda kalıyor.
Britanya'nın eski Ankara Büyükelçisi ve görevini devretmeye hazırlanan istihbarat şefi Moore potansiyel muhbir olacak Putin muhalifleri için hazırladıkları “dark web” portalının küresel lansmanı (!) için İstanbul'u seçiyor.
Yine Erdoğan 2020 yılından bu yana ülkemize ayak basmayıp hep ayağına gidilen Putin'le resim vermeye Çin'e kadar gidiyor. O arada müttefiki olduğumuz Ukrayna Gönüllüler Koalisyonu'nun Paris'te yapılan zirve toplantısına ise Cumhurbaşkanı Yardımcısı Yılmaz’ın Ankara'dan video bağlantıyla katılmasıyla yetiniliyor.
Eş zamanlı olarak AB’nin yeni ortak savunma fonu SAFE’e dahil olmak için bastırılırken Yunanistan engeline takılınıyor.
Başbakan Mitsotakis verdiği bir mülakatta da Gazze’de İsrail’in tutumunun “soykırım” olarak tanımlanamayacağını ve İsrail’e olası AB yaptırımlarının yararlı olmayacağını ifade ediyor.
TRT aracılığıyla Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de yeniden artan etkinliğinden Avrupa’nın nasıl da ürktüğü haberleri, Mısır’la ortak tatbikat ve Libya konusunda uzlaşı vurgulanarak paylaşılıyor.
İsrail ve Filistin konuşmaya gittiği Doha dönüşü uçaktaki zabıt kâtibi mutad mürettebat Erdoğan’a Gazze’yi sormuyor. Erdoğan ani bir aydınlanmayla (!) "YPG=PKK" söyleminden vazgeçip SDG kısaltmasını kullanmaya başlıyor.
Buna karşılık Milli Savunma Bakanı Güler ise Suriye’de YPG'nin varlığına izin verilmeyeceğini ve silah bırakması gerektiğini bildiriyor.
Her ikisi de İstanbul'da yapılan gizli Trump Jr. görüşmesinin ve MI6 şefinin Rusya ihbar hattı tanıtımının ardından Erdoğan’a da BM Genel Kurulu’nun devamında Beyaz Ev daveti geliyor.
Trump daveti duyurduğu paylaşımında ön alarak Erdoğan’la buluşmasına "tok satıcı" havasında Türkiye'nin Boeing, F-35, F-16 alımlarıyla kısıtlı tümüyle al-verci bir çerçeve çiziyor.
Perakendeci diplomasi devrindeyiz bu doğru. Ama “basiretsiz tüccar” olmakla “ümmetin umudu” olmak arasında gidip gelen sarkaç doğrusu çarpıcı.
Tüm bu olanları, “yeni bir dünya düzeni” kurulduğu ve o düzende Türkiye’nin merkez ülke veya oyun kurucu olduğu iddialarıyla açıklamaya kalkmak da bir o denli hatalı.
Bu yapılanlara “politika” denebilirse, bu politikaların ancak Ankara’da “biz kimiz” ve “ne yapmak, nereye varmak istemekteyiz” sorularına yanıt verilemediğini, aranmadığını, bulunamadığını belgelediği belirtilebilir.
Yahut bu soruların zerre umursanmadığı anlaşılır. Biricik önceliğin Erdoğan’ın siyaseten varkalması olduğu ve onun siyaseten varkalmasının ülkenin bekasıyla tek ve bir görüldüğü yaklaşımını kanıtladığı sonucuna varılabilir. “Maksat-maliyet” değerlendirmesinin (atılan taş ürkütülen kuşa değiyor mu?) ise bu politikanın yapıcıların hiçbirinin zihnini meşgul etmediği açık.
"Dış politika okunaklı ve tutarlı bir bütün olmalıdır" derken boşa söylemiyoruz. Bu çalımlar, U-dönüşleri, içeriye başka dışarıya başka anlatılar hepimizi akılsız yerine koyarken, cumhuriyetin hariciye geleneğiyle de bağdaşmıyor ve Türkiye sıkletinde bir ülkeye hiç yakışmıyor.
Ayrıca, mantıktaki “üçüncü halin olmazlığı” kuralı da haliyle “takiyye” zihniyetiyle çelişiyor:
* F-35 alımı için bizi durduk yere F-35 üretim programından attıran S-400’den vazgeçilmesi gerekir.
* Akdeniz’de Yunanistan’la yapıcı diyalogun sürdürülmesi ve Kıbrıs’ta iki devletli çözüm önerisinin geri plana itilmesi, AB ortak savunma fonundan yararlanılacaksa zorunlu. Damadın şirketini İtalyan Leonardo’ya satmakla Türkiye’nin bu sorunu çözülmüş olmuyor.
* İçeride “terörsüz Türkiye” süreci yürütülür ve süreçte zinhar müzakere olmadığı vurgulanırken, İsrail’le de Suriye’de doğrudan çatışılamayacağına göre, Şara’nın Netanyahu’yla varacağı uzlaşı sineye çekilecek, görmezden gelinecek.
* Üstelik Trump’a “şirin gözükülecekse” Rusya’dan petrol ve gaz alımının gözden geçirilmesi gerekecek. Ne hayatta ne dış politikada “hepsi bir arada, hem de bedava” diye bir seçenek yok.
Trump yeni küresel jeopolitika çağını bile isteye ıskalayan bir perakendeci. Politikayı bir “performans sanatı” olarak görüyor ve öyle de yaşıyor. Onun “önce -ve yalnızca- ABD” demek lüksü var zira ekonomi, istihbarat, askeri alanlarda üstünlüğü perakendeciliğe veya aklına eseni yapmasına (şimdilik) cevaz veriyor.
Türkiye’nin ise yegâne dış politika ihraç ürünü epeydir “jeopolitik değere” yani haritadaki konuma indirgenmiş durumda. Zaten kasa böylesine tamtakır, cepler de delikken muhatapların, hasımların, müttefiklerin “boşa kostaklanma kostak değilsin” türküsünü mırıldanacakları da belli.
Diplomasi sanıldığının aksine perde gerisinden kapalı devre yürütülen “al takke ver külâh” bir halı pazarlığı silsilesi değildir.
Bunu böyle sananlar, rakip kaleye paralel çalım atarak gidip, sonunda kendi kendine taca çıkan burnu yerde eski usul yerli topçunun “bal yapmayan arı” çelişkisine kendini kaptıran amatörlerdir.
Eski ABD başkanlarından Lincoln’un 19. yüzyıl sonlarında ifade ettiği üzere “herkesi bir süreliğine kandırabilirsiniz, birilerini her zaman kandırabilirsiniz ama herkesi her zaman kandıramazsınız.”
İktidar, Türkiye’nin imkân ve kabiliyetleriyle yahut bizzat kendinin çeyrek yüzyıla varan dönemde Türkiye’nin imkân ve kabiliyetlerini düşürdüğü çizgiyle yüzleşemiyor. Ayrıca, laik Cumhuriyet’in kurumsal kimliği ve tarihsel yönelimiyle de temelden kavgalı.
“Gemisi kurtaran kaptan” kafasıyla “cihan lideri” olunmadığını, bunun ancak bir sanrı olabileceğini birilerinin anlaması gerekiyor. İktidar, dışarıda oynayacak yeri de dar olduğu için eline geçirdiği devletin olanca zor gücüyle bize, Türkiye’nin birinci ve ana muhalefet partisine, olanca hukuksuzlukla çullanıyor. Birtakım kerameti kendinden menkul gözü kapalı sadık yandaş da bunca hoyratlık karşısında halen dahi dış politikanın “siyaset üstü” olduğu ve CHP’nin dış politikada “güven vermediği” hurafesini pompalayıp duruyor.