Türkiye’nin yönetimi mi, konumu mu vazgeçilmez?

Alanda ne olursa olsun, salonlar da ne kadar boş bırakılırsa bırakılsın Erdoğan’a ama özellikle Fidan’a da diplomaside halen dahi olağanüstü başarı atfeden, orada durmayıp ülkemizde seçmenin geniş kesiminin de “iktidarın dış politika, savunma ve güvenlikte” muhalefetten daha başarılı ve güvenilir bulduğunu ısrarla iddia eden ve kendilerine de yine halen “demokrat” payesi biçmekte ısrarla beis görmeyen kimi yazarlar ve uzmanlar var.

Bunlara göre Fidan’ın “profili ve performansı” bu izlenimin ya da eğilimin itici gücü. Üstelik, bunlara göre, Türkiye’nin nüfusunun yüzde 99’undan fazlası Müslüman olduğu halde anayasasında laiklik ilkesi yazılı dünyadaki bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda ülkelerden biri olması bizim ayırt edici niteliğimiz değil hatta olmamalı.

Yine bu düşüncede olanlara göre, NATO müttefikliği, Avrupa Konseyi kurucu üyeliği, Avrupa Birliği adaylığı gibi köşe taşlarıyla tescilli “kurumsal kimlik” göz ardı edilmeli, üzeri örtülmeli, saklanmalı. İki yüzyılı aşkın tarihsel yönelime sırt dönülmeli ve aksi yönde koşar adım ilerlenmeli. Bu kişilere kalsa Atatürk Lozan’da ve Montrö’de teslim bayrağını çekmiş; halbuki şimdi Fidan neredeyse “dretnot diplomasisi” yürütüyor.

 

Bunlar, ayna karşısında silâh talimi yapan şu ergen kabadayı özentilerini andırıyor. Çok taraflı, iki taraflı müzakere nasıl yürütülür; diplomatik konuşma ve davranış kodları nelerdir gibi sorulara verecek yanıtları, bu tür konularda deneyimleri, birikimleri sıfır. Bu alanda bir nevi eksiklik kompleksi yaşıyorlar. Bağırmanın, dayılanmanın zayıflara, aklı kıtlara özgü olduğunu bilmeden bu tür davranışı üstün ve özgüvenli ikna yeteneği sanıyorlar. Gel gör ki örnek olarak bu şanlı (!) dönemde S-400 veya Akkuyu benzeri gollerin ne nasıl yenildiğini ne nasıl çıkarılacağını açıklayabiliyorlar.

Yine bunlar, yere göğe sığdıramadıkları Hakan Fidan’ı örneğin neden Batı başkentlerinde pek göremediğimizi izah edemezler. Resmi ziyaretlerin nasıl planlandığını da hiç bilmediklerinden o küresel Batı başkentlerine gidildiğinde programın bir yerine ya parlamentoda ya bir üniversitede ya bir STK’da bir konuşma konulduğunu veya en azından önde gelen medya mensuplarıyla bir yuvarlak masa toplantısı düzenlendiğini de bilmezler. Var mı bugüne dek Fidan’ı böyle bir ortamda gören? O zaman hani nerede CHP’nin yaklaşımında eksik olduğu ileri sürülen özgüven?

Fidan’ın her gelişmeye “operasyon çekiliyor, kim bize/bana operasyon çekiyor” sığlığında yaklaşması bu kafalarca “istihbaratçılık”; üniversite diplomasını ya da denklik belgesini ibrazda bu denli sıkışması “İsrail’in oyunu” sanılır. Kulağa hoş gelen slogan niteliğindeki “stratejik özerklik”, “değerli (doğrusu “görkemli”) yalnızlık”,“istikrarlaştırıcı güç” gibi dönem dönem Batı dillerinden çeviriyle “doktrin” adı altında dolaşıma sokulan propaganda söylemlerine derinlik ve değer atfedilir.

Erdoğan’ın 15 senedir hava kuvvetlerini uçaksız bırakmasını konuşamazlar; İngiltere’nin ittirmesiyle güç belâ F-35’le kıyas kabul etmeyecek Eurofighter edinilmesi yoluna girilebilmesini başarı (!) hanesine yazarlar. Macron’un Ukrayna’ya asker ararken, Alaska’da masada olmayan Erdoğan’ı araması bunların gözünde onu “cihan lideri” yapar. Erdoğan’ın “Eyyy…” nidalarıyla meydan okuyup, küçümsediği ve hatta hakaretamiz ifadelerde bulunduğu sayısız ülke liderini, bir süre sonra sarayında görkemli törenlerle ağırlayarak sergilediği tutarsızlıkları hatırlamazlar dahi.

Erdoğan ve Fidan dün “ak” dediklerine bugün “kara” dese bu davranış “devlet aklı” olur. Vaşington’da Trump’ın karşısına oturmamak “kendini ezdirmemek” kisvesiyle alkışlanır; son NATO zirvesinde aynı Trump’ın kapısında aynı Erdoğan’ın gece yarılarına dek beklemeyi kendine neden ve nasıl yedirebildiği sorgulanmaz. Bu tutuma bizde “zeytinyağı gibi üste çıkmak” denir, Batı dillerindeyse üzerinde yağ, kir tutmayan “teflon” benzetmesi yapılır.

“Yerli ve milli” olma ve CHP’yi de böyle olmama iddiasıyla savunanlar için laik ve demokratik Cumhuriyet yurttaşlığı yeterli değildir. Yurttaşlığın sağladığı haklar da dayattığı sorumluluklar da onların ne bilincinde ne bilinçaltında yerleşiktir. Onlar hep başka kimlikler ararlar: “Müslümanım”, “Sünniyim”, “Hanefiyim”, “Osmanlı’nın devamıyım” gibi…

Dolayısıyla, güncel bir örneğe değinmek gerekirse önlerindeki resme bakarak meseleyi “Türk Devleti ve Kürtler” demek yerine “Türkiye Cumhuriyeti ile yurttaşları” diye tanımlayamazlar, zihinleri felç olur. Onlara göre neredeyse çeyrek yüzyıldır Erdoğan, Fidan gibiler bizlere tepeden hangi deli gömleğini dayattılarsa “öz” ya da “fabrika ayarı” odur.

Oysa, tipik başkanlık sistemine sahip ABD’de dış politika ve ulusal güvenlik politikaları başkanların adlarıyla anılır: “Trump’ın politikaları” gibi. Bunun anlamı seçimle politikaların da değişeceğidir. Burada ise değişiklik kapısını sürekli tıkamaya çalışır bu entelektüel görünümlü dalkavuklar… Böylece, kendi (esasen demode) düşünsel vesayetlerinin ömürsüz olduğunu varsayarlar.

Türkiye’nin sıkletinde ve derinliğinde bir devletin jeopolitik konum gibi sabitleri olduğu gibi sabiteleri de vardır. Örnek olarak yukarıda değindiğim “kurumsal kimlik” yoruma açık değildir. “Tarihsel yönelim” doğru okunmaya ve doğru yerden bakılmaya muhtaçtır. Cumhuriyetin taşıyıcı sütunlarını kesmeye kalkışmak devrim, reform veya ilerleme diye yutturulamaz. 

Dış politika dosyaları su geçirmez kompartmanlar halinde ele alınmaz. Bu yaklaşım istihbaratta geçerlidir. Dış politikanın anlamlı bir bütün olması gerekir. Örnek olarak Suriye’deki tutumunuz AB adaylığını da etkiler.

Önceliklendirme yapmak işin siyasal özüdür. Benzer biçimde savaş sanatında avantaj kabul edilen “sürpriz” ya da “belirsizlik” unsuru da diplomasi sanatında yerini öngörülebilirlik, uzgörü, sağduyu gibi kavramlara bırakır.

İdeoloji stratejinin önüne geçmemelidir. Ergenlik hayalleri tasarımın yerini almamalıdır. Şuur ve tasavvur yöneticide aranan niteliklerdir. Hafriyat kolay inşaat zordur. Önce bir slogan atıp sonra altını doldurmaya kalkmakla doktrin yaratılamaz. Çok tipik olduğu için sürekli örneklediğim “Mavi Vatan”, Libya geçici hükümetiyle yapılan mutabakat muhtırasıyla başlayıp, kiralamak yerine satın alınan araştırma gemi alımlarıyla sürmüş, Doğu Akdeniz’de Yunanistan-Mısır-GKRY-İsrail’i tek cephede birleştirmekle sonuçlanmıştır.

Bugün gelinen yerde 30 Ağustos için boğazdan geçişe indirgenen “Mavi Vatan”, sorulduğunda “kara sularının, kıta sahanlığının, Ege’deki hakların korunması” gibi bir kolaya kaçan basitlikle açıklanır olmuştur. Eğer gelinen tanımlama gerçekten buysa, acaba adı “Mavi Vatan” konmadan önce “monşerler” diye küçümsenenlerin onlarca yıldır bu en temel diplomatik işlevi yerine getirmedikleri mi varsayılmaktadır?

Bir nefeste eskilerden Feridun Cemal Erkin, Numan Menemencioğlu, Zeki Kuneralp, Orhan Eralp, İlter Türkmen ve daha nice ağır sıklet diplomat sayılabilir. Çeyrek yüzyıla varan AKP döneminde bu isimlere uzaktan yakından denk gelebilecek kıratta üst düzey bürokrat, hariciye bir yana herhangi kurumdan çıkmış mıdır? Hariciye seçkinci (“elitist”) bir Cumhuriyet kurumudur. Seçkinliği liyakatten gelir; kayırmacılıktan, tarikatlardan yahut aile bağlarından değil…

Kaldı ki, siyasetin doğası gereği iktidar yapar muhalefet konuşur. Muhalefetin kendi özerk dış politikasını yürütmesi bir seçenek değildir. Güvenilir bulunmakla, sesi çok çıkmak farklıdır. Ona bakılırsa Almanya gibi o dönemin de bugün de olduğu gibi eğitimli, kalkınmış bir toplumunun nasıl alkış kıyamet Hitler gibi bir sosyopatın peşinden sürüklendiği ve dünyayı da sürüklediği korkunç felâket zihinlerde henüz taze olsa gerektir.  

Uzağa gitmeye gerek yok. Kurucu önder Atatürk’ün dış politika çizgisi göğüs yumruklamaya değil salt akla dayanır. Onun en büyük mahareti Cumhuriyetimizin sınırlarını belirleyip, ulusal egemenliği tescillettirebilmesindedir.

Atatürk revizyonist, rövanşist, irredentist, ekspansiyonist tutum ve iddialar benimsemekten özenle kaçınmıştır. İttifaklar kurmayı ve ahde vefayı önemsemiştir.

Dış politikada işgüzarlık ile etkinlik özellikle Fidan’ın “profil ve performansına” tapınan amatörler tarafından kolaylıkla birbirlerine karıştırılabilir. AKP dönemi dış politikasında u-dönüşleri normaldir. Söylem ve eylem makası alabildiğine ve sürekli açıktır. Orta Asya ülkeleri GKRY ile diplomatik ilişki kurar, AB ile vize sorunu ulusal aşağılanmaya dek varır, Gazze için nutuklar atılırken İsrail’le ticaret sürer, Zengezur Koridoru TRIPP’e dönüşür, Ukrayna müzakerelerinde salon dışında kalınır ve bütün anormallikler görmezden gelinir.

Ancak izledikleri dış politikayla Erdoğan ve Fidan ile onların tutkunları hayırlı iki soruyu ortaya koymaktadır: Biz kimiz? Ne yapmak, nereye varmak istemekteyiz? Bu soruların yanıtını halka açık seçik biçimde vermek muhalefetin ve tabii Türkiye’nin birinci partisinin başlıca görevidir.

Günümüzde tüm dünyada diplomasinin bir numaralar arasına en tepede sıkışıp ivmelendiği ve gücün öne çıktığı da doğrudur. Doğru yalnızca gerçeğin üzerine kurgulandığına göre bunu dikkate alarak tutum belirlemek de zorunludur.

İşin özü, Türkiye’nin yeri çok değerli. Organik kimliği bazı büyük tarihçilerimizce “Rumîlik” kavramıyla tanımlanan kendine özgü bir çoğulluk barındırıyor. Bu tanımın kökeni Selçuklu’dan Osmanlı’ya, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanıyor. Örnek olarak, bu kafalar üç fetihçi padişah arasında Fatih’ten ve Kanuni’den çok ötede benimsedikleri Yavuz’un o kasırga gibi geçen sekiz yıllık hükümranlık süresinde validesi adına Giresun’da yaptırdığı bir mescit dışında cami yaptırmadığını ve Anadolu’da Türkmenleri katlettiğini kafalarına uymadığı için resmin dışına iter.

Bu somun pehlivanlarına göre, barış döneminde bile sıradan askerlik hizmetini yerine getirmek kaçınılması gereken angarya addedilir ama mezuniyetinden itibaren kan, çelik ve ateşle sınanan kurucu babaların diplomatik tercihleri çekingendir. Buradaki pseudo-entelektüel patoloji, özellikle 2022’de Ukrayna işgali başladıktan sonra Rus halkının çoğunluğunun ve kanaat önderlerinin ezici bölümünün Putin hayranlığına çarpan etkisi yapmasını çağrıştırmaktadır.

Diplomasiyi “poz kesmek” sanıp “pozisyon almak” (yani “tutum belirlemek”) konusunda ne bir fikri ne bir deneyim ve birikimi olanların Erdoğan ve Fidan’ın savruk ve okunaksız politikalarına arsızca alkış tutup, sonra dönüp kendi dalkavukluklarını (değişmez bir “sosyoloji” veya “mahalle” sandıkları) 85 milyona mal etme çabaları gülünç olmaktadır.

Sonuç olarak, seçmenin CHP’yi “dış politika, ulusal güvenlik ve savunma alanlarında güvenilir bulmadığı” iddiası bir hurafeden ibarettir.

Bu örümcek ağlı kafalardaki sorun hurafeyi hafızanın yerine koymaya çalışmak ve devlete hafıza yerine akıl vehmetmektir. Belki bundan da önemlisi, adına ister “siyasal İslâm” ister “İslâmcılık” densin bu siyasal akımın, en “ılımlı” seçeneğiyle bile, demokrasiyle bağdaşmasının olanağı bulunmadığının, bunun ancak demokrasinin bünyesini kendi içinden kemiren kötü huylu bir ur olduğunun bilincine varmaktan kaçınmaktır.