Mehmet Şimşek bizi İran’la savaşa mı sokacak?

Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, IMF-Dünya Bankası Bahar toplantıları için gittiği Vaşington’da ABD Hazine Bakanı Scott Bessent ile 23 Nisan’da görüştü. Görüşmenin içeriğine ilişkin olarak iki taraf ayrı ayrı açıklamalar yaptı. Böylece ancak iki metni yan yana koyunca ne konuşulduğuna dair bir fikir edinmek mümkün olabildi.

Üstelik ABD tarafı ilk koyduğu metindeki “Bakan, Türk piyasalarındaki oynaklık/dalgalanmalar ve Türkiye'nin belirsiz ekonomik görünümüne yönelik güncel ve gelecekteki eylemleri hakkında bilgi aldı” ibaresini de sonradan kaldırdı. Şimşek’in ABD’li ev sahibi tarafından sigaya çekildiği açıkça belli oluyor da benim bugün üzerinde durmak istediğim yer orası değil.

Zira, aynı ABD açıklamasında ev sahibinin Rusya ve özellikle bu yazıda ele almak istediğim İran politikalarında ev sahibinin Türkiye’yi terkisine almak istediği de görülüyor: “Bessent ve Şimşek ayrıca ABD’nin İran’a ve vekillerine yönelik sürdürdüğü azami baskı kampanyasını da görüşmüşlerdir.”

 

Tuhaf tecelli, İran’ın Hürmüz Boğazı’ndaki Bender Abbas’ta bulunan Şehit Recai konteyner limanında da devasa (video görüntüleri izlenebilir) bir patlama gerçekleşti. Henüz nedeni hakkında bilgi verilmeyen söz konusu patlamada İran’ın paylaştığı resmi verilere göre en az 24 ölü ve 800’ü aşkın yaralı var.

Patlamanın İran’ın ihracat ve ithalatını önemli ölçüde sekteye uğratacağı belirtiliyor. Nitekim, İran makamları da Şehit Recai’deki etkinliğin daha kuzeyde yani Basra Körfezi içlerindeki İmam Humeyni başta olmak üzere diğer limanlara aktarılacağını duyurdular.  

O arada, ABD Başkanı Trump da TIME dergisine verdiği mülakatta İran’ın “rehberi” Hameney’le görüşme olasılığına kapı aralıyor. Buna karşılık, müzakere girişimlerinden beklenen sonuç alınamadığı takdirde de “kurt sürüsüne önderlik edeceğini” ifadeyle, İran’a “kurtlar gibi saldıracaklarını” veya daha diplomatik şekilde dile getirirsek, İran’a karşı askeri müdahale seçeneği (o durumda kaçınılmaz olarak) gündeme geldiğinde bir koalisyon kurarak başına geçeceğini ima ediyor.

Aynı TIME dergisi söyleşisinde, Trump ayrıca, İsrail başbakanı Netanyahu’nun onu İran’la savaşa “sürükleyeceği” iddiasını yalanlıyor. Netanyahu’nun askeri seçeneğe ne denli yatkın olduğunu anlamak için Gazze, Lübnan, Suriye hatta Yemen’de yaptıklarına bakmak yeterli. İsrail Başbakanının İran’la diplomatik yoldan sonuç alınamayacağı kanısında olduğu da biliniyor.

İran’ın nükleer silâh üretebilme olasılığı ise, ABD ve İsrail’in ötesinde çok daha geniş bir devletler topluluğunu ilgilendiren, küresel ölçekte bir konu. Dolayısıyla, Trump da anlaşmaya varılamadığı takdirde elinin tetikte olduğunu belirtmekten çekinmiyor.

El bir an önce tetiğe gitsin diye usulen müzakere mi yürütülüyor, yoksa gerçekten uzlaşı mı aranıyor? Muhtemelen ikincisi çünkü Trump, her ne kadar elindeki tüm oyuncakları ortaya yayarak oynamayı seven bir çocuk gibi davranabilse de düşük maliyetli çözümlere daha fazla odaklı. Kendince uzlaşıya varılmasını kolaylaştırmak için askeri seçeneği masada tutar görünüyor.

Türkiye açısından ise değerlendirilmesi gereken iki sakınca var ve ikisi de hiç iç açıcı değil. Bunlardan birincisi, gerçekten İran nükleer silâh elde ederse NATO şemsiyesinin yeterli güvence sağlayıp sağlayamayacağı. Yahut, ikili düzeyde bakarsak, komşusu İran nükleer silâha sahipken Türkiye’nin nükleer silâh edinmeme gibi bir seçeneği kalıp kalmayacağı.

İkincisi ise İran nükleer silâh sahibi olmasın diye ABD ve İsrail birlikte yahut bu ikisinin ötesinde daha geniş bir koalisyon İran’a askeri müdahalede bulunursa nasıl bir tutum izleyeceği. Bu sorulara öyle oturulan rahat koltuklardan ezbere basmakalıp yanıtlar vermek ne akılcı ne akıl kârı.

Bu karanlık dönem ve ortamda umut verici olan gelişme ise ABD ile İran arasında ev sahibi Oman tarafından ayarlanan doğrudan görüşmelerin ilk iki turunun kazasız atlatılması ve üçüncü turun yine Oman’ın başkenti Muskat’ta 3 Mayıs’ta düzenleneceğinin duyurulması. Yani kâbus senaryosu savuşturulmuş değil ama kapıda da değil.  

Bu görüşmeleri de tıpkı Ukrayna konusunda olduğu gibi, Dışişleri Bakanı Rubio veya ilgili özel temsilcinin değil de İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçı’yla başmüzakereci Steve Witkoff’un yürütüyor olması, Trump döneminin bir başka garabeti. Oman ise İran’ın denizaşırı komşusu ve en gergin durumlarda bile etkin bir diplomasiyi devreye alabiliyor.

Oman arabuluculukta başarılıyken reklama bu denli düşkün Erdoğan Türkiye’si ve onun Dışişleri Bakanı Hakan Fidan neden böylesine başarısız? Oysa, Fidan bu alanda da deyim yerindeyse “ekmek” peşinde ve bakanlık bünyesinde yaklaşık bir yıl önce Uluslararası Arabuluculuk Genel Müdürlüğü https://www.mfa.gov.tr/uyusmazliklarin-cozumu-ve-arabuluculuk.tr.mfa bile kurdurdu. Anlaşılan o piyasadan da pek pay alınamadı.

Genel müdürlük kurdurularak atın mı arabanın önüne, arabanın mı atın önüne koşulmuş olduğu yoruma açık. Neredeyse uzaktan gören herkesin kaldırım değiştirdiği, müttefiklerin dahi zoraki veya kerhen perakende iş birliği yaptığı şu güncel Türkiye yönetiminin hangi alanda ve bölgede, kimler arasında arabuluculuk yapacağı, yapabileceği, yapmayı umduğu, öngördüğü muamma.    

Mehmet Şimşek’e dönersek, o belli ki gayet hoşnut ve iyimser: “ABD’de bir haftada 60’tan fazla toplantı yaptıklarını ve Türkiye’ye ilginin çok yoğun olduğunu” ünlem işaretini ihmal etmeksizin sosyal medyadan muştuladı. 19 Mart Darbesi’ne kılıf uydurmak için elli küsur milyar ABD dolarını arka kapıdan yakmakta, faizleri 350 baz puan artırmakta, yılsonu enflasyon hedeflerinin şimdiden ve kökten sarsılmasında beis görmüyor olsa gerek.

Para politikaları sekreteri Şimşek henüz cumartesi günü Sayın Dilek İmamoğlu’nun ağabeyinin ve Sayın Murat Ongun’un eşinin gözaltına alındığından ya habersiz ya olanları bir tür “doğal afet” gibi karşılıyor ya da -daha doğrusu- olanlar zerre umurunda değil. Öyle ya “ilgi çok yoğun!” imiş. Belki muhayyel “çok yoğun ilgiyi” göğüslemek için perde gerisinden yeni operasyon dalgası için hafta sonunun beklenmesi onun fikridir, bilemeyiz.

Genel Başkan Sayın Özgür Özel Mersin mitinginde bu duruma dikkat çekerken “Bu darbenin mali ayağı Mehmet Şimşek. 'Yurt içi gelişmeler' diyor Amerika'da. Neymiş o 'yurt içi gelişmeler' Mehmet Bey? Darbe yaptık desene, bunun için 52 milyar dolar yaktık desene.” ifadelerini işte bu zeminde dile getirdi.

Cuntanın mali ayağı kimliğiyle Mehmet Şimşek herhalde Kanal İstanbul gibi projeleri hayatta tutmaya çabalıyor. Öyleyse, biz “darbe” dedikçe, “cunta” dedikçe alınmalarına hacet yok. Hem daimi olağanüstü hali yaşatanlar, hem sürekli darbeyi, hem kendine darbeyi, hem çevreye ve ülkenin geleceğine darbeyi yapanlar kendi yönetimleri.

ABD’li muhatabı karşısında Şimşek’in hiç yoktan İran konusundaki geleneksel tutumumuzu da hatırlatamadığı ortaya çıkıyor. Türkiye, bölgesinde İran’la rekabet içine girmeyi, yapay tercihlere zorlanmayı ve Batı adına İran’ı dengeleme işini üstlenmeyi ilkesel olarak hep reddetmiştir. Bu doğru ve İran İslâm devriminden bu yana yani neredeyse yarım yüzyıldır geçerliliği kanıtlanmış politikadır.  

Sonuç olarak ekonomiyi batırırken, bir de ekonomi batıyor diye can havliyle Türkiye’yi İran’la savaşa sürüklemenin Erdoğan yönetimine nasip olabileceği anlaşılıyor.

Dolayısıyla, Erdoğan yönetiminden bir an önce demokratik yollardan kurtulmak, Silivri zindanındaki Cumhurbaşkanı adayımız Sayın İmamoğlu başta diğer tüm zindanlardaki bütün siyasal tutsakları özgürlüklerine kavuşturmak aynı zamanda bir ulusal güvenlik meselesine, aynı zamanda tam bir “beka” meselesine de dönüşmüş durumda.

Trump’ın ne yapacağı önceden kestirilemiyor. Benzer biçimde 19 Mart Darbesi ve 26 Nisan operasyonu için gözünü karartanların kendi maişetlerini kurtarmak için daha hangi serüvenlere atılacağı da öngörülemiyor. Cumhuriyetimizin karşı karşıya kaldığı bu varoluşsal sınamayı temelli ortadan kaldırmak için sandığı getirip Erdoğan’ı ve bu yönetimi göndermek ve hemen ardından bu rejimi değiştirmek tüm yurtsever demokratlar gibi CHP olarak bizlerin de boynumuzun borcu.