Soykırım yabancı parlamentoların işi olamaz
Dün takvimler yine bir 24 Nisan’ı gösteriyordu. Bu tarih, Ermeniler için büyük bir acının, biz Türklerin çoğu içinse, haksızlık ve iftiranın simgeleştiği bir yıldönümü.
Ermeni toplumsal hafızasına “Medz Yeghern” (Büyük Felaket) olarak kazınan kanlı tehcir olayı biz istesek de istemesek de uluslararası siyasi arenada ve akademik çevrelerde ezici bir çoğunlukla “soykırım” olarak nitelendiriliyor.
Yabancı parlamentolarda alınan soykırım kararları bu konuda tarafsız bir iç muhasebe yapılmasının önünü tıkadığı gibi, Ermenistan’la ilişkilerimizi yokuşa sürüyor.
Üçüncü tarafların “Ermeni Soykırımı” dayatmaları Türk halkı içinde batı aleyhindeki önyargıları derinleştirmekten başka bir amaca hizmet etmedi bugüne dek. ABD’nin önceki Başkanı Joe Biden’ın 24 Nisan’ı soykırım olarak tanımlaması belki bazıları tarafından tabuta çakılan son çivi olarak görüldü ama bu da Ermeni tarafının işine pek yaramadı. Bu satırların yazıldığı ana kadar Trump’tan henüz bir “soykırım” açıklaması gelmemişti.
Bu konuda Türk halkı haksız da sayılmaz. Alınan soykırım kararları Ermenilerin acısının paylaşılmasından ziyade Türkiye’yi köşeye sıkıştırmak için yapıldı. ABD ve diğer Batı ülkelerinin foyası Gazze’de iyice ortaya çıktı. Gazze’deki katliamın batı hükümetlerinin çoğu tarafından göz ardı edilmesi hatta açık veya örtülü olarak desteklenmesinden sonra, Batı’nın Türkiye’ye ahlaken söyleyebileceği bir şey kalmadı.
Geçen haftaki yazımızda Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan’ın yabancı parlamentolarda “Ermeni Soykırımı”kararları kabul edilmesinin Ermenistan’ın dış politikasında öncelikli bir konu olmadığını yolundaki sözlerine dikkat çekerek, soykırım tartışmalarının tarihçilere değil, halklara bırakılması gerektiğini belirtmiştik.
Hrant Dink bunları çok önceden cesaretle dillendirmişti: “…bu çağda, ne bir parlamentonun hakemliğe soyunmasını kabul ediyorum, ne de bir devletin”, “Ne sanıyorsunuz! Tabii ki atalarımın başına gelenleri biliyorum. Buna kiminiz ‘katliam’, kiminiz ‘soykırım’, kiminiz ‘tehcir’, kiminiz de ‘trajedi’ diyorsunuz. Atalarım Anadolu diliyle ‘kıyım’ derdi, ben de ‘yıkım’ diyorum”, “Gerçek hakem halklar ve vicdanlarıdır”, “…bir gün Türklerle Ermenilerin kendi aralarında konuşabileceklerine inanıyorum.”
Ben de aynı şekilde düşünüyorum. Artık iki halkın kimsenin vesayetine ihtiyaç duymadan bu meseleyi kendi arasında özgürce konuşabilmesinin zamanı geldi. Bunun koşulu ise geçen haftaki yazımızda belirttiğimiz gibi ilk elde iki ülke arasındaki sınır kapılarının açılması ve toplumlar arası ziyaret ve temaslara olanak sağlanmasıdır. Paşinyan’ın sunduğu fırsat heba edilmemelidir.
Tarihi gerçekler
Bugüne kadar Cumhurbaşkanlarımız Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül’ün Ermenilerin acısını paylaştıklarını açıklamış olmalarına ve taziye dileklerini sunmalarına rağmen 1915’te vuku bulan olaylar hakkında kafamızın berrak olduğu söylenemez. Rus ilerleyişine karşı tedbir olarak Doğu Anadolu’daki Ermeni nüfusun Suriye çöllerine çok çetin şartlar altında zorla göç ettirilirken, iki taraf arasında bir “mukatele” sonucu (karşılıklı katliam) ölümler vuku bulduğu iddiası mantığa uygun değildir. Sürgün kervanlarında yürütülen Sivrihisarlı, Balıkesirli, Diyarbakırlı Ermeniler mukatelede ölmediler. Ya hastalık ve bitkinlikten ya da kuşaklarında taşıdıkları paraları için öldürüldüler. Kadınların ırzına geçildi, çocuklar ailelerinden koparıldı. Bunun çete savaşları ile ne ilgisi olabilir? Buna karşılık Ruslarla birlikte hareket eden Ermeni güçlerin Doğu Anadolu’da intikam amaçlı büyük bir Müslüman katliamına giriştikleri de doğrudur. Ama bu katliamlar sivil Ermeni halkın bir avuç İttihatçı lider tarafından ölüme gönderilmesini gölgeleyemez.
Tehcirin vuku bulduğu günlerde Çanakkale’de çarpışan Osmanlı birliklerinin içinde Osmanlı Ermenileri de vardı. Sarıkamış’ta da vardı. Yani bazı şovenistlerin iddia ettikleri gibi Ermenilerin Osmanlı’ya topyekûn ihanet ettikleri söylemi gerçeği yansıtmaz. O dönemde Osmanlı’ya karşı yegâne ciddi Ermeni kalkışması Van’ın merkezinde vuku buldu. Ermeniler 18 Nisan 1915’te Van’ı ele geçirdikten sonra şehrin anahtarını Rus ordusuna teslim ettiler. Ancak diğer yerleşim merkezlerinde büyük isyan hareketleri görülmedi. Zeytun kasabasında vuku bulduğu iddia edilen Ermeni isyanı ise ciddiye alınamaz. Buna karşılık bölgede Ermeni asker kaçakları vardı. Bunların bazıları Tiflis’te kurulan gönüllü Ermeni ordusuna (Antranik ordusu) katıldılar. Söz konusu orduyu kuran Antranik Ozanyan 1912’de Bulgaristan saflarında Balkan Savaşlarına da katılmış iflah olmaz bir çeteciydi. Bugün dahi Bulgaristan’ın birçok kentinde heykelleri vardır. Antranik, Kafkasya’daki Ermeni gönüllü ordusunu Erzurum Milletvekili Karakin Pastırmacıyan’la birlikte Rus Ordusuna bağlamıştır. Doğu Anadolu’daki Müslüman katliamını esas olarak bu sözde ordunun milisleri yapmıştır.
Osmanlı kayıtlarına göre meşum tehcir 29 Mayıs 1915’te kabul edilen geçici bir yasayla başlatılmış sayılır. Oysa İstanbul’dan ilk Ermeni tutuklamaları ve deportasyonlar 24 Nisan’da gerçekleştirilmiştir. Bu tarihin, Van’ın Ermenilerin eline geçmesinin bir hafta sonrasına rastlaması tesadüfi değildir. O günkü manzara şöyledir: Ocak 1915’te Sarıkamış’taki 3. Ordu Enver Paşa’nın verdiği akıl almaz bir emirle donarak yok olmuş, Rus ordusunun önünde onu durduracak bir güç kalmamıştır. O sırada Çanakkale’de ise müttefik donanması boğazın sularına gömülmüş olmakla beraber, bu kez müttefikler 25 Nisan’da Gelibolu yarımdasına çıkarma yapmaya başlamışlardır. Mustafa Kemal ve silah arkadaşları Çanakkale’de canları pahasına vatanı savunmak için savaşırken, İstanbul’daki İttihatçı liderlik Balkan kayıplarının da etkisiyle, beka kaygısı içinde akılsızca bir karar almıştır.
Enver Paşa
Böyle bir karanlık ortamda İstanbul’dan ilk olarak 220 Ermeni aydını, kanaat önderi ve siyasetçi 24 Nisan’da Haydarpaşa Garı’ndan trenlere bindirilerek Ankara üzerinden Çankırı ve Ayaş’taki toplama merkezlerine gönderildiler. Bunların çoğu oralarda hayatını kaybetti. Çok az sayıda sürgün bir yolunu bularak geri dönebildi. Mesela Gomitas adıyla bilinen Soğomon Soğomonyan, ki biz onu Anadolu’da derlediği halk müziklerinden tanıyoruz, akıl sağlığını kaybederek çalışamaz hale geldi ve daha sonraki yıllarda Fransa’da hayatını kaybetti.
Tehcir resmi tarihimizde iddia edildiği gibi sadece Doğu Anadolu ile sınırlı bir eylem değildi. Yukarıda da belirttiğimiz gibi Ermeniler Anadolu’nun hemen hemen tüm bölgelerinden Suriye çöllerine doğru kadın, çocuk, genç, yaşlı demeden bir-iki jandarmaya ve çoğu zaman cezaevlerinden çıkarılan suçlulara teslim edilerek, yeterli güvenlik, sağlık ve barınma önlemleri alınmadan ölüm yürüyüşlerine zorlandılar. Çoğu yollarda hastalıktan, bitkinlikten veya bizzat kendilerini korumakla görevli çapulcuların ellerinde hayatlarını kaybettiler.
Tehcir kararını, ordusunu Sarıkamış’ta kaybeden Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili Enver Paşa ve Dahiliye Vekili Talat Paşa birlikte verdiler. Tehcir kanunun altında Sadrazam Sait Halim Paşa’nın imzası vardır. Tehciri uygulayan kadronun başında ise İttihat ve Terakki Fırkası’nın önemli üyelerinden ve Teşkilatı Mahsusa’nın kurucularından Bahattin Şakir bulunuyordu. Enver Paşa haricindeki bu isimler ve olayla doğrudan ilgisi olmayan Cemal Paşa, savaş bittikten sonra yurtdışında Ermeni intikamcıları tarafından öldürüldüler. Enver Paşa ise bugünkü Tacikistan’da Kızılordu’ya karşı savaşırken vuruldu.
Talat Paşa
Tehcirin uygulanması sırasında özellikle Anadolu’dan İstanbul’a şartların kötülüğü ve kitlesel ölümler hakkında çok sayıda rapor gitti. İstanbul’daki sefaretler ve Johannes Lepsius gibi Hristiyan din adamaları da İstanbul nezdinde uyarılarda bulundular. Ama bunların Enver-Talat ikilisi üzerinde etkisi olmadı. Belki başlangıçta amaç Ermenilerin sadece göç ettirilmesiydi, ama İttihatçı liderlerin can kayıplarından bilgileri olmadığını ileri sürmek mümkün değildir.
Tehcir emrine karşı bazı onurlu kamu görevlileri direndiler. Mesela ünlü sosyalist Abidin Nesimi’nin babası Lice Kaymakamı Nesimi Bey bunlardan biridir. Nesimi Bey bu onurlu davranışının karşılığını bir cinayete kurban giderek ödedi. Gömülü olduğu yer ancak geçtiğimiz yıllarda bulunabildi. Halide Edip de bu konuda onurlu bir duruş sergilemiştir. Ermeni sürgün çocuklarının durumunu incelemek üzere gittiği Beyrut’ta Cemal Paşa’nın Bahattin Şakir’le buluşturma önerisini “o katilin elini sıkmam” deyişini kim unutabilir.
Raphael Lemkin ve BM Soykırım Sözleşmesi
Soykırım kavramını ortaya atan ve BM Soykırım Sözleşmesi’nin kabul edilmesinde öncü rol oynayan hukukçu Rafael Lemkin’in çalışmalarında 1915 olayları önemli bir rol oynamıştır.
Lemkin Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya-Rusya cephe hattında büyük acılar yaşamış, bu acıların etkisiyle daha çocuk yaşlarda büyük kitlesel katliamlarla ilgilenmeye başlamıştı. Hukuk tahsilini tamamladıktan sonra 1915’te Anadolu Ermenilerinin bu topraklardan katledilerek sürülmeleri, 1930’larda Irak’ta Süryanilere karşı girişilen toplu katliamlar ve Ukraynalı köylülerin Sovyet rejimi tarafından açlığa mahkum edilerek yok edilmesi (Holodomor) gibi kitlesel suçları inceledi. İkinci Dünya Savaşında Nazilerin Avrupalı Yahudilere karşı işlediği suçlar Lemkin’in çalışmalarının odağı oldu. Lemkin bu tür suçların uluslararası hukukta karşılığının olmadığını görerek 1943 yılında “genocide” kavramını yarattı. Türkçeye “soykırım” olarak çevirdiğimiz bu kavramı, Latincedeki “homocide” kelimesinden ilham alarak, Yunanca ırk veya kavim anlamına gelen “genos” ve Latince öldürme anlamına gelen “cide” kelimelerinin birleştirilmesinden türetti.
Lemkin’in fikirlerinden, danışmanlık yaptığı Nürnberg Mahkemelerinde Nazi savaş suçlularının yargılanması sırasında geniş bir şekilde yararlanıldı. Lemkin, BM tarafından bir soykırım sözleşmesi kabul edilmesi için çok gayret gösterdi ama arzusunu tam olarak yerine getiremedi. BM Genel Kurulu’nda 1948 yılında kabul edilen ve 20 ülkenin onaylamasıyla 1951 yılında yürürlüğe giren “BM Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi” (BM Soykırım Sözleşmesi) -Türkiye 1952’de taraf olmuştur- Lemkin’in öngördüğünden çok daha dar kapsamlı tutuldu. Bu yüzden Lemkin’in hayatının geri kalanını hayal kırıklığı içinde geçirdiği söylenir.
BM Soykırım Sözleşmesi Lemkin’in önerdiğinden farklı olarak siyasi ve ideolojik maksatlarla işlenen kitlesel suçları kapsam dışında bırakmıştır. Sözleşme sadece belli bir ulusal, etnik, ırki veya dini bir gruba mensup şahısların toplu halde veya bir bölümünün, sırf o gruba mensup oldukları için öldürülmesi, fiziki veya ruhsal olarak zarar verilmesi, yaşam koşullarına son verilmesi, çoğalmalarının engellenmesi, çocuklarının ellerinden alınması niyetiyle (özel niyet şartı) gerçekleştirilen eylemleri suç kapsamında saymıştır. Sözleşmeye göre soykırım niyetinin (genocidal intent) bulunması özel önem taşımaktadır. Bu niyet açık şekilde saptanmadan işlenen kitlesel suçlar soykırım sayılmamaktadır.
Siyasi ve ideolojik maksatlarla işlenen suçların sözleşmenin kapsamı dışında tutulması konusunda Sovyet delegasyonunun özel bir gayreti olduğu iddia edilir. Sözleşme sadece yürürlüğe giriş tarihi olan 12 Ocak 1951 tarihinden sonra işlenen suçları kapsamakta, daha önce işlenen suçlar kapsam dışı kalmaktadır. Dolayısıyla Ermeni tehciri/kırımı sözleşmenin kapsamı dışındadır. Aynı şekilde, Amerikan Kızılderililerine, Aztek ve Maya toplumlarına, Afrika, Hindistan, Uzakdoğu ve Avustralya halklarına karşı işlenen suçlar da sözleşmenin kapsamı dışında bırakılmıştır. Bu tür suçların kapsam dışında tutulmasının en çok kimlere yaradığını tahmin etmek zor değil. Sözleşmeye göre soykırım suçundan sadece resmi veya özel statüdeki şahıslar sorumlu tutulabilmektedir. Sözleşmenin müzakereleri sırasında devletlerin de soykırım suçundan sorumlu tutulması konusunda çok sayıda ulusal heyet tarafından görüş sunulmuşsa da, bu konudaki öneriler az bir oy farkıyla reddedilmiştir. Sözleşmeye göre, soykırım hükmü ancak özel bir uluslararası ceza mahkemesi tarafından verilebilmektedir. Bu sebeple, parlamentolar, devlet başkanları veya diğer makamlar tarafından soykırım kararı almasının hukuki sonuçları yoktur.
Türk-Ermeni Uzlaşma Komisyonu
Türk ve Ermeni taraflarının 1915’de vuku bulan olayları müzakere ederek uzlaşma zemini oluşturmak amacıyla geçmişte bazı girişimleri oldu. Örneğin 2009 yılında Türkiye ve Ermenistan Dışişleri Bakanları Ahmet Davutoğlu ve Edward Nalbantyan tarafından Zürih’te imzalanan protokoller uyarınca bir “Tarihçiler Alt-Komisyonu” kurulması kararlaştırılmıştı. Ancak sözü edilen komisyon, protokollerin yürürlüğe girememesi nedeniyle faaliyete geçemedi. Geçseydi iki taraf tarihçileri arasında bitmeyen müzakerelere ve çatışmalara zemin hazırlanacak, havanda su dövülecekti.
Türk ve Ermeni taraflarını müzakere masasında bir araya getiren en uzun süreli girişim, ABD’nin oluşturulmasında etkili olduğu, 2001 yılında kurulan “Türk-Ermeni Uzlaşma Komisyonu”dur (TARC - Turkish Armenian Reconciliation Commission). TARC, bir Amerikan hükümetdışı kuruluşu olan “Uluslararası Geçiş Dönemi Adalet Merkezi”nin (ICTJ - International Center for Transitionary Justice) koordinatörlüğünde 2004 yılına kadar faaliyet gösterdi. ICTJ Güney Afrika’da ve diğer bazı ülkelerde geçiş dönemi adaleti konusunda çalışmalar yapmıştı. TARC’ın Türk ve Ermeni üyeleri hükümetleri resmi olarak temsil etmiyordu. Ama daha önce üstlendikleri önemli üst düzey görevler nedeniyle yine de temsil özelliğine sahip oldukları söylenebilir. Ben o zamanlar Dışişleri Bakanlığı’nda Ermeni konularından sorumlu Araştırma Genel Müdür Yardımcısı olarak görev yapıyordum. TARC çalışmalarını rahmetli Gündüz Aktan’ın bize verdiği bilgiler çerçevesinde izliyorduk.
Çalışmalarının bir aşamasında TARC, esas olarak Ermeni tarafının talebiyle 2002 yılında ICTJ Direktörü David Phillips’ten BM Soykırım Sözleşmesinin “yüzyılın başında Anadolu’da vuku bulan olaylara” uygulanıp uygulanmayacağı hakkında hukuki görüş hazırlamasını istedi.
Bugün internette kolayca ulaşılabilen ICTJ’nin görüşü özetle şöyledir: “BM Soykırım Sözleşmesi, yürürlüğe girmeden önceki olaylar için geriye doğru işlemez. Dolayısıyla daha önce meydana gelen olaylar için şahıslardan veya devletlerden hukuki ve mali tazminat ve toprak talebinde bulunulamaz. Ancak bu olaylar, BM Soykırım Sözleşmesinde belirtilen, belli bir ulusal, etnik, ırki ve dini gruba mensup kişilerin birinin veya birden çoğunun öldürülmesi, bu öldürme olaylarının aynı gruba karşı tekerrür eden bir şekilde cereyan etmesi ve kararı (tehcir) veren sorumlulardan en az bazılarının, aldıkları kararın Doğu Anadolu Ermenilerinin topluca veya bir kesim olarak yok edilmesiyle sonuçlanacağını bilmeleri sebebiyle, böyle bir niyete sahip olmaları gerektiğinden dolayı, soykırım suçunun tüm unsurlarını içermektedir. Bundan dolayı bu olaylar siyasetçiler, tarihçiler, akademisyenler, basın mensupları ve diğer şahıslar tarafından soykırım olarak tanımlanmaya devam edilebilir.” (Yukarıdaki özet tarafıma aittir.)
Türk tarafı ICTJ’den sadece BM sözleşmesinin yüzyılın başında Anadolu’da vuku bulan olaylara uygulanıp uygulanmayacağına ilişkin görüş sorulduğunu, ICTJ’nin bu olayların ne şekilde tanımlanabileceği konusuna girerek yetkisini aştığını belirterek verilen görüşü kabul etmedi. ICTJ’nin görüşü Ermeni tarafını da tatmin etmedi. Onlar açık açık ifade etmediler ama, ICTJ’den Türk tarafına toprak iadesi ve tazminat ödeme yükümlülüğü getirilmesini ve anlaşmanın geriye doğru işleyebileceği konusunda görüş verilmesini bekliyorlardı. Sonuçta kimseyi tatmin etmeyen TARC, 2004 yılında kendini lağvetti ve bu deneme unutuldu.
İnsanlığa karşı suçlar
BM Soykırım Sözleşmesi şu ana kadar sadece Bosna ve Ruanda katliamları için işletilebildi. Eski Yugoslavya ve Ruanda için kurulan özel ceza mahkemelerinde soykırım suçundan çok az kişi yargılanabildi. Eski Yugoslavya Ceza Mahkemesi (ICTY) Bosna Savaşı sırasında öldürülen 200 binden fazla sivil Boşnak için yapılan başvurulardan sadece Srebrenitsa katliamını soykırım olarak kabul ederek Bosnalı Sırp katiller Radovan Karadziç ve Ratko Mladiç’i soykırım suçundan mahkûm etti. ICTY yargı sürecinde 8 bin 500 Boşnak erkeğin hayatını kaybettiği Srebrenitsa katliamı dışındaki suçlar için “soykırım niyeti” konusunda ciddi ve tartışmasız kanıt bulunmaması gerekçesiyle bunları soykırım suçuna dahil etmedi. Bu durum BM Soykırım Sözleşmesi’nin zamanında niyet konusunda çok kısıtlı tutulmuş olmasından kaynaklanıyor.
Ama uluslararası hukuk statik bir olgu değil. İlerde sözleşme soykırım niyeti konusunda daha geniş bir yoruma tabi tutulabilir. Bunu İsrail’e karşı Güney Afrika tarafından Uluslararası Adalet Divanı (ICJ) nezdinde açılan davanın sonucunda göreceğiz. Diğer taraftan, sözleşme gözden geçirilerek, devletlerin de soykırım suçundan yargılanmalarına, ideolojik ve siyasi saiklerin de soykırım nedenleri arasına alınmasına imkan sağlanabilir. Daha iyi ve adil bir dünyada bunlar mümkün.
Soykırım sözleşmesinin özel niyet kısıtlılığına karşılık, 2002 yılında kurulan Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin (ICC) yetki alanına giren “insanlığa karşı suçlar” için özel niyet şartı aranmamaktadır. ICC Şartı’na göre toplu öldürme, yok etme, köleleştirme, zorla sürgün ve nakletme, toplu işkence, toplu ırza geçme, toplama kamplarında tutma gibi suçlar insanlığa karşı işlenen suçlar kapsamındadır. Soykırım, savaş ve saldırı suçları da, insanlığa karşı suçlarla beraber ICC’nin yetki alanına dahildir.
ICC kısa sürede etkisini hissettirdi. ICC’nin ABD, İsrail ve Rusya gibi suç dosyaları kabarık ülkelerden gelen tüm baskılara rağmen Netanyahu ve Putin gibi eli kanlı liderlerin peşine düşebilmiş olması, otoriter eğilimlerin arttığı bir dünyada insanlık için bir umut ışığı olarak görülmeli. Benim umudumu artıran bir gelişme de, Filipinler eski lideri Rodrigo Duterte’nin ICC tarafıdan tutuklanması. Duterte bir savaş suçu nedeniyle değil, pek çok ülkede görülen yargısız infazlar nedeniyle tutuklandı. Bu örnek dünyadaki tüm diktatörlerin kanlı kararlarını hayata geçirmeden önce iki kez düşünmelerine yol açacaktır.
Bugünkü nesiller tehcirin sorumluluğunu sırtlarında taşımamalı
ICC’nin temsil ettiği bugünkü hukuk anlayışıyla 1915 tehciri insanlığa karşı girişilen suçlar kapsamına girer. Bu yüzen nereden bakılırsa bakılsın birkaç İttihatçı liderin işlediği bu suçu bugünkü nesillerin sırtında taşınmalarını beklemek hakkaniyete sığmaz. Demokrasi umutlarının arttığı bu günlerde en doğru yol Ermenistan’la ilişkilerimizin bir an önce normalleşmesini sağlamak ve halklar arasında diyalog kapılarını ardına kadar açmaktır.