12 Eylül denklemi gibi: ABD’ye jeopolitik destek ve işkence iddiaları

Dışişleri Bakanlığı 26 Mart’ta Boston’da İsrail’i protesto ettiği için 25 Mart’ta gözaltına alınan, Tufts Üniversitesi doktora öğrencisi Rümeysa Öztürk’ün haklarının peşine düşüldüğünü bildiren bir açıklama yayınladı. Çok güzel olması gereken budur, çünkü protesto hakkı korunmalıdır.

İçişleri Bakanlığı ise 25 Mart günü, İmamoğlu’nun gözaltına alındığı 19 Mart’tan beri yapılan protesto gösterilerinde 1418 kişinin gözaltına alındığını açıkladı. Bakan Ali Yerlikaya bu sayının  27 Mart itibarıyla 1879’a çıktığını açıkladı; şimdiye dek 260’ı tutuklanmış.

Ancak işin bununla da kalmadığı yolunda vahim işaretler var.

Ekrem İmamoğlu’nun, 23 Mart’tan bu yana tutuklu kaldığı Silivri Cezaevinden 26 Mart’ta gönderdiği mesaj var örneğin:

• “Çok üzülerek duyuyorum ki; gözaltına alınan pırlanta gibi genç evlatlarımıza adına polis diyemeyeceğim bir grup kendini bilmez kötü muamele yapıyormuş.”

Aynı gün, ilerleyen saatlerde iki CHP Milletvekili, Sezgin Tanrıkulu ve Mahmut Tanal’dan apaçık işkence suçlamaları geldi. Milletvekilleri “’Tümüne ama tümüne, gözaltına alınırken çok feci bir biçimde işkence yapılmış” diyordu.

Silivri baskının simgesi oldu

Türkiye İnsan Hakları Vakfının (TİHV) 20-24 Mart haftalık bülteninde de işkence iddialarında ciddi artış olduğu görülüyor. Bu artışın başlıca nedeni protesto gösterilerindeki gözaltı olayları, bu bağlantıda bulabilirsiniz.

Sadece gözaltına alınırken işkence iddialarıyla da kalmıyor iş. Kalbinde altı stentle yaşayan İmamoğlu’nun Genel Sekreter Yardımcısı Mahir Polat’ın tutuklu olduğu Silivri’den hastaneye kaldırıldığı haber alınıyor.

Hükümet, Ergenekon-Balyoz davaları sırasında Silivri Cezaevinde ihmal ve kasıtlı engelleme ölümlerinden hiç mi ders çıkarmadı. Hadi o zaman “FETÖ’cüler kandırmıştı”, o zaman Fethullahçı polis, savcı ve yargıçların yolu açılmıştı. O zamanki tetikçilerin çoğu şimdi ya hapiste ya firarda ama şimdi kimler “kandırma” nöbetine, kimlerin yolu açılıyor?

Silivri Cezaevi, AK Parti döneminde baskı uygulamaları ve yargı operasyonlarının simgesine dönüştü; bu gidişin devamı halinde, yakında 12 Eylül 1980 askeri darbe döneminin Ankara-Mamak, İstanbul-Metris ve Diyarbakır Cezaevi gibi anılmaya başlarsa şaşmamak lazım.

Protesto hakkı, işkence ve jeopolitik

ABD makamlarının Türk öğrenciyi Boston’da protesto hakkının ihlal ederek gözaltına aldığı 25 Mart günü Dışişleri Bakanı Hakan Fidan Vaşington’da ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio ile görüşüyordu.

Görüşmede PKK ve Hamas’a birlikte silah bıraktırmaktanRusya-Ukrayna savaşına, Azerbaycan-Ermenistan barışına ve silah sanayiine dek pek çok konunun görüşüldüğü anlaşılıyor, bu bağlantıdan okuyabilirsiniz. Yine aynı bağlantıda göreceksiniz ki Rubio’nun Türkiye’de Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın seçimdeki en önemli rakiplerinden birinin tutuklanması ve protesto gösterilerindeki polis müdahalesini gündeme getirdiği yolundaki açıklama, Türk Dışişleri Sözcüsü Öncü Keçeli tarafından -nezaketle- yalanlandı ve Amerikan tarafı buna karşı çıkmadı. Zaten yine aynı gün, ABD Başkanı Donald Trump, Erdoğan’ı iyi bir lider diye övmüştü. Trump’ınsa dünyanın en büyük askeri ve ekonomik gücünü bir tüccar gibi yönettiği biliniyordu; karşılığını fazlasıyla almadan bir şey vermiyordu.

ABD’nin Karadeniz’de, Akdeniz’de, Suriye’de, Filistin, Balkanlar, Kafkaslarda, Rusya ve İran’a karşı işbirliğine ihtiyacı var. Bunun için de Erdoğan’ın elinin iç politikada rahat olması lazım. Konu budur.

Jeopolitik kart ve 12 Eylül

Jeopolitik kart, ifade ve basın özgürlüğüne de protesto hakkına da işkence iddialarının ülke gündemine dönüşüne de baskın geliyor.

12 Eylül 1980 askeri darbesi ardından olan da buna benzer bir şeydi; Meraklısı İçin Darbeler Kitabı’nda çok ayrıntılı yazdım perde arkasını. Kenan Evren’in ABD Başkanı Jimmy Carter ile vardığı anlayış birliği sonunda askeri rejim hükümetinin ilk kararı, Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönüş onayı olmuştu. Sovyetlere karşı Ege ve Akdeniz hakimiyeti açısından önemliydi. Ayrıca ABD’nin İncirlik Üssünden Sovyet sınırında casus uçuşları izni de yeniden verilmişti. Karşılığında ABD Türkiye’deki işkence ve yargı katliamlarına gözünü yummuş, Avrupa siyasi görüşmeleri keserken ses çıkarmamıştı.

Oysa Erdoğan iç politikada bu kadar sertleşmese de dış politikadaki adımlarına muhalefetten büyük itirazlar geleceği yok. 12 Eylül döneminde değiliz. Sırf iç politika, hatta Cumhur İttifakı, AK Parti içi rekabet kaygılarıyla muhalefetin, protesto hakkını barışçı biçimde kullananların, medyanın üzerine bu şiddetle gidilmesi yanlış.

Yapılması gereken, en azından işkence iddialarının üzerine gidilmesi, soruşturmalar açılmasıdır. Türkiye bu filmi daha önce gördü; sonu iyi bitmiyor.