Türkiye’nin makus talihi bu kez değişecek mi?

Yitik bir gençliğe ağıt

1970’lerin ortalarında bir Mülkiye öğrencisi olarak Ankara sokaklarında gösterilere katıldığım günlerin üzerinden tam elli yıl geçti. O zaman Milliyetçi Cephe hükümetini ve faşist saldırıları protesto ediyorduk.

O zaman da hukuk korkunç şekilde ayaklar altına alınıyordu. Turhan Selçuk’un meşhur Demirel karikatürü o günlerden kalmadır. Demirel kendisine tutulan, üzerinde “hukuk” yazılı kitabı “guguk” diye okuyordu. Tutuklanan göstericiler, şimdiki gibi sivil mahkemelerde değil, içinde  asker üyelerin görev yaptığı Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nde yargılanırlardı. İşkence ve dayak her yerde yaygındı.

Yine de o günlerde hiçbirimizin aklında seçime dayalı parlamenter sistemin sona ereceğine veya laik devlet anlayışının yok edileceğine dair endişe yoktu.

 

O günkü gençlik Türkiye’nin sorunlarının sosyalizmle çözüleceğine inanmıştı. Ama ortada halk desteği yoktu. Ne kadar kalabalık olursak olalım, sadece üniversite gençliği olarak sokaklardaydık.

Bu uğurda çok kurban verildi. İlerde Türkiye’ye çok değerli hizmetlerde bulunabilecek insanlar çok genç yaşlarda yaşamdan koparıldı. Kalanlar da bugünlerde bir bir aramızdan ayrılıyorlar. En son Mülkiyeli devrimcilerden Ali Alfatlı hayata gözlerini yumdu. Ondan önce de Sedat Göçmen arkasında onurlu bir isim bırakarak ayrıldı. Görüşlerimiz ayrı olmakla beraber, onları ve daha nicelerini Mülkiye günlerimden gayet iyi tanırdım. Aralarında en çok Sedat Hoca olarak bildiğimiz Sedat Göçmen’i severdim. Bu sevecen, yiğit kişiyi tanıyıp da sevmeyen olamazdı zaten.

Ali Fuat Okan

Sedat Hoca gazetelerden okuduğum kadarıyla arkadaşı Ali Fuat Okan’ın yattığı Feriköy Mezarlığı’nda gömülmeyi vasiyet etmiş. Ali Fuat benim hem Daçka’dan hem Mülkiye’den çok yakın arkadaşımdı. Daha 21 yaşındayken, 1 Mayıs 1976 gününün akşamı, miting dönüşü Fındıkzade’deki sağcı Sivas Öğrenci Yurdu’nun önünde pusuya düşürülerek öldürüldü. Hani bazı insanlar vardır, çevrelerini her gittikleri yerde bir anda ışıkla aydınlatırlar, işte öyle biriydi Ali Fuat. Sedat Hoca gibi o da özel biriydi. Ali Fuat’ın elli yıl önce yüreğime düşen acısı içimden hiç çıkmadı. Bundan sonra da çıkmayacak. Aramızdan hangi yaşta ayrılmış olurlarsa olsunlar, hepsi hayatlarını onurla yaşadılar. Hepsine selam olsun.

Türkiye’deki alt üst oluşlar

70 yılı geçen ahir ömrümde Türkiye’de ve dünyada çok sayıda alt üst oluşlar gördüm. 1960 darbesini 6 yaşımdayken kıyısından hissettim. Darbenin olduğu gün Sirkeci’den trene binip babamızın bizi beklediği Batı Almanya’ya gidecektik. Türkiye’deki tüm ulaşım sıkıyönetim kararıyla kapatılınca  birkaç gün otelde beklemek zorunda kalmıştık. Ama 12 Mart’ı, 12 Eylül’ü, 28 Şubat’ı bire bir yaşadım. Özellikle 12 Eylül’ün ve 28 Şubat’ın tam ortasında bulundum.

12 Eylül’de Hava Kuvvetleri Karargahı’nda yedek subaydım. Darbenin bir gün öncesindeki olağanüstü hareketlenmenin doğrudan tanığıyım. Darbe günü karargah subaylarının çeşitli devlet dairelerinde görevlendirilmelerini gayet iyi hatırlıyorum. Bulunduğum Plan Prensipler katında, yan odadaki yarbay, Dışişleri Bakanlığı’nı teslim almakla görevlendirilmişti. Akşam üstü geldiğinde Genel Sekreter Kamuran Gürün’den yediği zılgıtı biraz da hayranlıkla bana anlatmıştı. Kamuran Bey, yarbayın odasına girmesine izin vermemiş, onu sert sözlerle dışarı attığı gibi,  koridorda bir oda verdirerek ortalarda fazla dolaşmamasını istemiş. O günkü kalbur üstü bürokratlar böyleydi.

28 Şubat’a giden süreçte Ankara’da Amerika Dairesi Başkanı’ydım. En önemli dosyalarımdan biri Çekiç Güç olduğu için neredeyse haftanın üç gününü Genelkurmay’da geçirirdim. Çevik Bir, Çetin Doğan, Vural Avar ve Köksal Karabay gibi generallerle sık sık görev gereği bir araya geliyorduk. Orada biriken öfke elle tutulacak kadar somuttu. Sadece Erbakan’nın başında bulunduğu hükümete karşı değil, Çekiç Güç’ten dolayı ABD’ye karşı da büyük bir öfke vardı. Subaylar daha o günlerde Amerika’nın PKK’yı arkadan arkaya desteklediği inancındaydılar. Devirler değişti, hükümetler değişti, askerlerin ABD’ye duydukları güvensizlik daha da arttı.

Sonra AKP dönemi geldi. Çoğu Dışişleri mensubu gibi uzun yıllar boyu partinin değil, devletin memuru olma anlayışı ile görev yaptım. "Yetmez ama evet" saflığına da hiçbir zaman itibar etmedim. Bunu yapabilenlerin, o günkü hatalarını şimdi hala savunuyorlarsa, ne o zaman ne de şimdi Türkiye’yi ve dünyayı doğru okuyabildiklerine inanmam. Siyasal İslam hakkında ilk baştan beri duyduğum kuşkular maalesef doğru çıktı. Şimdi artık tramvaydan inme aşamasına geldik.

15 Temmuz darbe girişimini de birebir yaşadım. Bir zamanlar Dışişleri bürokrasisinden FETÖ okullarının, TUSKON gibi iş adamı örgütlenmelerinin yurt dışında desteklenmesini isteyen siyasi otorite, kendi ortağı olan canavarın saldırısına uğradı. Oysa gören gözlerin FETÖ konusunda yanılma şansı yoktu. Yurt dışında büyük para ve nüfuz biriktiren böyle bir örgütün misyoner bir “hizmet” çalışmasının çok ötesinde hedefler peşinde olduğu belliydi.

Dünya’daki alt üst oluşlar

Yurt dışına gelirsek, ilk hatırladıklarım 1968 Paris gençlik hareketleri ile, aynı yıl Prag Baharı’nın Sovyet orduları tarafından bastırılmasıdır. Bunları Polonya’da Leh Walesa’nın liderlik yaptığı Solidarnosc işçi hareketinin 1970’lerde yükselmesi ve 1980’de sıkıyönetimle yasaklanması takip etti. Herkes gibi 1974’te Amerika’nın Vietnam’da yenilmesine sevindim. Yıllar sonra Vietnam’a gittiğimde gençliğin neredeyse tamamının Amerika hayranı olduğunu görmek ise hayli şaşırtıcı oldu. 1979’da İran’da molla Şah rejimi devrildi. Türkiye’den “devrim” için ülkelerine giden İranlı öğrencilerin hiçbiri geri dönemediler.

1968’te Paris’te başlayan ve kısa sürede Avrupa’da her ülkeye yayılan öğrenci hareketlerinin Türkiye’deki sol uyanışta katalizör görevi gördüğüne inanırım. Maalesef 1968 gösterileri Avrupa’da daha fazla demokrasi ve özgürlük getirirken, bizde 12 Mart karanlığını getirdi. Prag Baharı’nın ve Polonya işçi hareketinin zor kullanılarak bastırılması ise Sovyet sisteminin sonunu hazırladı.

Dünyanın hiçbir yerinde halka yapılan baskı ve zulüm, yapanın yanına kar kalmıyor. Zorbalar er veya geç yıkılıp gidiyorlar. Bu Çekoslavakya’da da, Polonya ve diğer Doğu Avrupa ülkelerinde de böyle oldu.  İran’da Şah rejimi yıkıldı. Ama yerine gelen mollalar çok daha büyük bir baskı ve zulüm rejimi kurdular. Sözde laik Arap diktatörlüklerinde de aynı şey oldu. Arap Baharı’nın yerini Arap Kışı ve yeni diktatörlükler aldılar. 

Arap Baharı’nı ABD’nin Büyük Ortadoğu projesine veya Soros’a bağlamak dünyayı anlamamak anlamına gelir. Araplar baskıya karşı ayaklandılar ama uyanışları maalesef uzun ömürlü olmadı. Şu sıralarda dünyada demokrasi her yerde gerilerken Araplardan olağanüstü şeyler beklemek gerçekçi olmaz. Ama Mısır’da veya İran’da veya başka yerlerde kurulan baskı rejimlerinin sonu geç de olsa bir gün mutlaka gelecek.

Baskı rejimleri halkın direnişi karşısında tutunamazlar

Dünyada vuku bulan önemli alt üst oluşlar ve devrimlerden çıkarılacak yegane sonuç, baskı rejimlerinin ilanihaye sürdürülemeyeceğidir. Halkın toplu direnişi karşısında hiçbir baskı rejiminin ayakta kalma şansı yoktur. Yeter ki bölünme ve aşırılık gibi hatalara düşülmesin. İdeolojik emeller peşinde koşan küçük grupların bölme ve hedef saptırmadan başka rolleri olamaz. Şiddetten ve aşırılıktan uzak durulması ve tüm toplum kesimlerinin ortak talepleri doğrultusunda demokrasi, sosyal barış, hukuk devleti, temiz ve şeffaf yönetim ve daha iyi, daha adil yaşam hedefleri doğrultusunda hareket edilmesi, kitle desteğinin sağlanması bakımdan çok önemli. Mevcut gösterilerde bu anlayışa uygun davranılıyor olması, geçmişten ders alındığını gösteriyor.

Naçizane, Doğu Almanya’da rejimin yıkılmasına ve Güney Kore’deki demokrasi mücadelesine yakından tanık oldum. Doğu Almanya’daki halktan kopuk  sosyalist rejim, sessiz kitleler karşısında direnemedi, yıkıldı gitti. Doğu Almanların Batı Almanlar gibi insanca yaşamaktan başka hiçbir talepleri yoktu. Bunu da bıçak kemiğe dayanınca sessiz gösterilerle, batı ülkelerinin diplomatik temsilciliklerine toplu şekilde  iltica ederek gösterdiler. 

Güney Kore’de ise demokrasi mücadelesi uzun soluklu fedakarlık ve sabır gerektirdi. Türkiye’de az bilinmesine rağmen, Koreliler bugün en az sanayi ve teknoloji alanında ileri gittikleri kadar demokrasi alanında ileri gitmiş durumdalar. Son yazımda şunları belirtmiştim:

“Güney Kore boşuna dünyanın az sayıda demokratik ülkesi arasında sayılmıyor. Çünkü bu ülkede güçler ayrılığı ilkesi şaşmadan işliyor. Hukuk devleti çalışıyor. Ülkede cesur, vicdan sahibi savcı ve hakimler var. Parlamentoda parlamenterler, parti çıkarlarına göre değil, ülke çıkarlarına göre oy kullanıyorlar. Ve en önemlisi; gece yarısı, soğuk demeden, haklarını savunmak için anında sokaklara çıkan kararlı ve cesur bir halk var.”

Bu yazının üzerinden sadece bir haftada geçti ama Türkiye’de çok şey değişti. Türkiye’de korku duvarları artık yıkıldı. Bu konuda en büyük pay CHP lideri Özgür Özel’e ve üniversite gençliğine aittir. Gençlik elli-altmış yıl önce sokakları, meydanları dolduran önceki çileli nesillere layık olduğunu kanıtladı. Ama tüm muhalefet partilerinin ve sıradan halkın güçlü desteği olmasa buraya varılmazdı. Bundan sonra ne olacağını hep beraber yaşayıp göreceğiz.