GEÇEN yılın başında kaleme aldığımız dış politika serisini tamamlarken, 2023 yılında yeni Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın ilk döneminde söylem düzeyinde kontrollü ancak perde arkasında sonuç odaklı bir çizgiyi yerleştirmeye çalıştığı tespitini yapmıştık.
Bu açıdan baktığımızda, geride bıraktığımız 2024’ün Fidan’ın bu çizgisinin Türkiye’nin dış ilişkilerinde belirgin bir şekilde yerleşmeye başladığı, kendisinin gerek kamuoyunun gerek uluslararası alandaki muhataplarının karşısına güçlenen bir profille çıktığı bir yıl olarak geçtiği söylenebilir.
Genel hatlarıyla soğukkanlı, hamasetten uzak duran, savunduğu pozisyonları büyük ölçüde bir mantık örgüsüne dayalı tezler üzerinden formüle ederek, muhatapları ile müzakereleri bu çerçeveye çekmeye çalışan bir diplomasi tarzından söz ediyoruz.
*
Fidan’ın geçen yıl içinde ele aldığı kritik konulara baktığımızda, Türkiye’nin İsveç’in NATO üyeliğine vetosunu kaldırmasına giden süreçte ABD’den F-16 savaş uçaklarının alımının olumlu bir şekilde sonuçlandığı dosyada, ABD’li mevkidaşı Antony Blinken ile yürüttüğü müzakereler önemli başlıklardan biridir.
Bunun gibi, ABD ile ilişkilerde S-400 meselesiyle de bağlantılı olarak F-35 alımının önünün açılması ve Türkiye’nin CAATSA yaptırımlarından çıkartılması konularında formül arayışlarına girişilmişse de, Fidan’ın “ayak bağı” olarak nitelediği bu dosyada henüz bir sonuç alınamamıştır. Muhtemelen bu sıkıntılı dosyanın aşılabilmesine ilişkin arayışlar yeni Trump yönetimini bekleyecektir.
İsrail’in Gazze’de yürüttüğü soykırım nedeniyle İsrail’e karşı uluslararası bir seferberliğin yürütülmesi hedefi, Fidan’ın 2024 yılı boyunca süreklilik içinde en temel meşguliyetini oluşturmuştur.
*
Bu değerlendirmede, kendisinin Dışişleri’nin başına, tam 13 yıl süreyle Milli İstihbarat Teşkilatı’nı yönettikten sonra gelmesinin yarattığı bir sonucun da altını çizmeliyiz. Geniş tecrübeye dayanan bir istihbaratçı bakışının, belli ölçülerde diplomasi alanındaki mesaisine de taşınması bir bakıma kaçınılmaz bir durumdur.
Fidan dışişleri bakanı olarak özellikle bölge ülkeleriyle ilişkileri yürütürken, bu alandaki uğraşı MİT döneminden gelen kayda değer bir saha tecrübesi, dosya bilgisiyle de destekleniyor.
Bu durumun önemli bir yansıması, değindiğimiz tecrübenin Fidan’ın yürüttüğü bölgesel diplomaside sıkça kendisini gösteren güvenlikçi bakışta karşımıza çıkmasıdır.
Fidan’ın 16 Ocak 2024 tarihinde TBMM’de terörle mücadeleye ilişkin bilgilendirme oturumunda yaptığı ve PKK ile mücadeleyi Türkiye’nin Suriye ve Irak’a dönük politikasının merkezine oturtan konuşması bu bakışı ortaya koyan kayda değer bir referans metindir.
*
Yine Fidan’ın 2024 yılı mesaisi değerlendirildiğinde, HTŞ’nin kasım ayı sonunda Halep’e dönük askeri harekâtı ile başlayan ve kısa zamanda Esad rejiminin çöküşüyle Suriye’de büyük bir depreme sahne olan geçen aralık ayındaki hareketlilik, başlı başına bir değerlendirmeyi gerekli kılıyor.
Aralık ayının, temaslarının içeriği ve sonuçları itibarıyla Fidan’ın bütün bir yıl içindeki mesaisinin belki de en kritik bölümünü oluşturduğunu söylemek hata olmaz.
Rejimin devrilmesi sonrasında uluslararası alanda bütün projektörler Türkiye’ye çevrilince, Dışişleri Bakanı Fidan da kendisini yoğun bir diplomasi seferberliğinin ortasında bulmuştur. Fidan’ın 22 Aralık’ta Şam’a giderek Suriye’nin fiili lideri Ahmet eş Şara ile yüz yüze temas kuran ilk yabancı dışişleri bakanı olması önemli bir başlangıçtır.
Bu ziyaret, 14 Aralık tarihinde Ürdün’ün Akabe kentinde düzenlenen ve önde gelen Batılı ülkelerle kilit Arap ülkelerinin, ayrıca BM’nin de katıldığı toplantıda yeni rejimden beklentilere dönük ana parametreleri içeren uluslararası konsensüsün şekillenmesinin sonrasında gerçekleşmiştir. Akabe toplantısında hazır bulunan Fidan, aslında bu konsensüsü Eş Şara’ya ilk aktaran kişi olmuştur.
*
Burada vurgulanması gereken bir nokta, Türkiye’de iktidar blokuna yakın kesimlerde Suriye’deki gelişmeler üzerine beliren coşku dalgasına karşılık, Fidan’ın soğukkanlılığını koruyan, rasyonel bir hatta durmakta oluşudur.
Fidan’ın yeni dönemde Suriye’deki gelişmeler hakkında “Süreci ne Türkiye, ne İran, ne de Araplar domine etmelidir” şeklinde bir söylemi ön plana çıkartarak inisiyatifin Suriyelilere bırakılması gerektiğini savunması, Ankara’da en azından Dışişleri cephesinin Suriye’deki gelişmeler karşısında dengeli bir noktada durduğunu, son derece dikkatli bir dil kullandığını gösteriyor.
*
Kabul edelim ki hem 2023 yılı ekim ayından bu yana sürmekte olan Gazze krizi, hem Suriye’de girilen ve bütün bölge jeopolitiğinin yerinden oynadığı ucu açık dönem, Türkiye’nin gözle görülebilir gelecekte bölge sorunlarıyla fazlasıyla meşgul olacağını, dikkatini ağırlıklı olarak Ortadoğu’ya çevireceği günlerden geçeceğimize işaret ediyor.
Bu tabloya ek olarak, çok yakında Trump yönetiminin Washington’da iş başına gelecek olması nedeniyle Batı dünyasının ne gibi gelişmelere gebe olduğunu bugünden kestiremiyoruz. Ancak ABD ile Avrupa arasındaki ilişkilerde, NATO içinde bir dizi kırılma yaşanması muhtemeldir.
Sonuçta Ortadoğu’daki altüst oluş sürerken, aynı zamanlamada Batı dünyasının da rahat bir ortamda hareket edemeyeceği aşikardır. Ukrayna’yı işgal eden Rusya lideri Vladimir Putin’in Trump’ın gelişinden eli güçlenerek çıkması yabana atılmaması gereken bir ihtimaldir.
Üzerinde yürünen zeminin her yerde çatırdadığı bir ortamda Türkiye’nin Avrupa ile ilişkilerinin nasıl bir güzergâhta ilerleyeceği sorusu özellikle önem kazanıyor. Böyle bir dönemde Türk dış politikasının üzerinde durduğu sütunlardan en azından bir bölümünün sağlam tutulmasında yarar vardır.
*
Bu köşede daha önce de dikkat çektiğimiz bir hususu tekrarlamak istiyoruz. Dışişleri Bakanı Fidan’ın yıl sonundaki bir açıklamasında Avrupa Birliği’ne tam üyelik konusunda yaptığı çıkış Türk kamuoyunda ciddi bir tartışma gerektiriyor.
Fidan, 2024 yılının son günü “France 24” kanalında yayımlanan mülakatında, Avrupa’daki bir eğilime göre “AB’nin Türkiye’yi içine alarak jeostratejik bir tutum sergileyerek bölgesinde kendi ağırlık merkezini oluşturabileceğini ve uluslararası kaosa ve jeopolitik risklere karşı daha dirençli hale gelebileceğini” söylüyor.
Ardından, Nikolay Sarkozy’nin 2007 yılında Fransa Cumhurbaşkanı olmasından önceki dönemi Türkiye-AB ilişkileri açısından “Altın zamanlar” olarak nitelendiriyor. Söz konusu dönemde “Türkiye’ye net bir yol haritası verildiğini ve AB reformlarının yolda olduğunu” anlatıyor.
Bakana göre, Sarkozy’nin gelişi ile birlikte stratejik bakış terk edilerek Türkiye’nin üyeliği Avrupa’daki kimlik siyaseti tartışmasının parçası haline gelmiştir.
Fidan, “Tekrar Sarkozy öncesi çizgiye geri dönmek zorundayız. Dolayısıyla liyakata dayalı bir üyelik yolu açılmalı. Türkiye bölgede daha etkili bir güç oluşturmak için Avrupa ile birleşmeli” diye konuşuyor.
*
AB’ye tam üyelik hedefi söz konusu olduğunda AB cephesindeki aktörlerin vahim kusurlarına değinebiliriz. Ancak bu başlıkta Türkiye açısından da mükemmel bir kusursuzluğun ileri sürülebileceğini zannetmiyoruz. Türkiye’nin de reform heyecanını kaybettiği bir vakadır.
Unutmayalım ki AB, 2018 yılında tam üyelik müzakerelerinin resmen durdurulmasını Türkiye’de demokrasi, hukukun üstünlüğü gibi alanlarda geriye gidiş olduğu yolundaki tespitine dayandırmıştır.
Mevcut kilitlenme aşılacaksa iki tarafın da liyakata dayalı bir yol üzerinde hareket etmesi şarttır. Türkiye’nin de Kopenhag Kriterleri faslında demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları gibi alanlarda atacağı adımlarla AB’yi şaşırtıp ezberini bozması gerekir.
Eğer AB hedefi Dışişleri Bakanı’nın beyanlarında rutin olarak tekrarlanan bir konuşma notu olmanın ötesine geçecekse, buradaki eksikliklerin bir şekilde kapatılması ihtiyacı vardır. Bu alanda bazı mütevazı adımlarla başlamak bile önemli sonuçlar yaratabilir.