Suriye’nin kuzeydoğusunda, Türkiye’nin himayesindeki “İdlib çatışmasızlık bölgesi”nde üslenen cihatçı gruplar Heyet Tahrir üş-Şam (HTŞ)’ın liderliğinde önce Halep’e sonra Humus ve Hama’ya, nihayet Şam’a yürüyerek 11 gün içinde Beşar el-Esad rejimini devirdiler. Bu hızlı ilerleyişin nedenleri konusunda çok sayıda spekülasyon ve yorum yapıldı. Bu konu ayrı bir incelemeyi hak ediyor. Fakat, olanları kenara bırakarak Esad’ın ardından şimdi Suriye’de neler olabileceğini tartışmakta yarar olabilir.
Esad’ın 8 Aralık sabahı ülkeden ayrılmasından önce 7 Aralık’ta Astana Formatı’nın tarafları Türkiye, Rusya ve İran’ın dışişleri bakanları Katar’ın ev sahipliğinde Doha’da toplandılar. Hemen ardından, Katar, Suudi Arabistan, Ürdün, Mısır ve Irak’ın dışişleri bakanlarının da katılımıyla bir ortak açıklama yayınladılar. Açıklamada, 2015 tarihli BM Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) 2254 sayılı kararına atıfla, “Suriye’deki krize tüm taraflarının siyasi çözüm araması gereği” vurgulandı. BM Genel Sekreteri’nin Suriye Özel Temsilcisi Geir Pedersen toplantıya katılanlara gelişmeler hakkında bilgi verdi. Açıklama yapıldığı saatlerde, Esad, “Suriye’de taraflardan biri” olma niteliğini yitirmişti. Hmeymim’deki Rus hava üssünden Moskova’ya gitmesi uzun sürmedi. Aynı gün HTŞ öncülüğündeki dağınık gruplar Şam’a girdiler. İkinci bölgesel danışma, Arap Birliği’nin genişletilmiş temas grubu üyelerinin 13 Aralık’ta Ürdün’ün Akabe kentinde yaptıkları toplantıydı. Bu toplantı da 14 Aralık’ta Türkiye, ABD, AB, Almanya, İngiltere, Fransa ve BM’nin katılımlarıyla genişletildi.
Bu iki toplantının ortak ve ayrışan yönleri var: BM, her durumda sürecin içinde. Türkiye ve Katar ile Suriye’nin komşusu Arap ülkeleri de öyle. İlkinde Rusya ve İran, ikincide Batılı ülkeler istişareye dahil oldular. Kısacası, BM’nin varlığı korunarak, küresel devlet aktörlerini dışlamadan, bölgesel sahiplenme dinamiği yaratılmaya çalışıldı. Bu “ortak çaba” kolayca uygulanabilir mi? Pek öyle görünmüyor. Bunun nedenlerine bakalım.
Suriye konusunda atıf yapılan BMGK 2254 sayılı kararı artık geçerli olmayan koşullarda demokratik geçiş sürecinin sonunda kapsayıcı seçimler yapılması ilkesini ortaya koymuştu. Kararın arka planında 2249 sayılı bir başka karar vardı. Bu kararlarda Nusra Cephesi ve HTŞ dahil Suriye’deki cihatçı gruplar terör örgütü olarak tanımlandı, yaptırım altına alındı. Şimdi değişen koşullarda yeni bir BMGK kararı gerekiyor. Üstelik “terör örgütü” olarak nitelenen HTŞ şimdi Şam’da iktidarın sahibi oldu. Biraz daha yakından bakarsak, İsrail de Suriye topraklarına girdi. Suriye'nin farklı bölgeleri tek yönetim altında değil; altı ayrı grup/oluşum çeşitli bölgeleri kontrol ediyor. Hızla asgari müştereklerde buluşulmazsa, Suriye’nin “Lübnanlaşma” veya “Libyalaşma” olasılığı uzak değil.
Şam’da yönetim değişince MİT Başkanı İbrahim Kalın ile Katar’lı meslektaşı Halfan el-Kaabi birlikte Şam’ı ziyaret ettiler. Emevi Camii’nde “kaza namazı” bu vesileyle eda edildi. Hemen sonra, Türkiye ile Katar Şam’daki Büyükelçiliklerini açtılar. Bunlar, dünyada HTŞ’nin ve cihatçı grupların gerçek niyetlerinin tartışılması umursanmadan yapıldı. Öyle ya, Türkiye artık “nizam-ı alem”in koçbaşı durumunda. Hâl böyle olunca, Mısır, Ürdün, Irak ve BAE’nin iyice huzursuzlanıp, İdlip’ten apar topar getirilerek Şam’da göreve başlatılan yeni hükümetin tanınmamasını Batılı ülkelerden istedikleri haberleri yayıldı. Burada anlaşılması gereken şu olabilir: Bölge ülkeleri, Türkiye-Katar ekseninde Suriye’de şekillenen Müslüman Kardeşler ve el-Kaide/İŞİD-DEAŞ bağlantılı grupların yönetiminden çok rahatsızlar. Ölçemesek de aynı rahatsızlığın Suriye içinde de yaşandığını varsayabiliriz. Suriye’nin yarısı ülke dışına kaçmış 23 milyonluk nüfusunun farklı dinler, mezhepler ve etnik gruplar mozaiği olduğunu unutmayalım. Ramazan ve Paskalya’nın resmi olarak kutlandığı bir ülke Suriye. Burası 1946’da Fransız manda yönetiminden, 1970’te Hafız el-Esad’ın darbeyle yönetimi ele geçirmesine kadar geçen 26 yılda 20 askeri darbenin yaşandığı bir yer. BM Özel Temsilcisi Pedersen bunları dikkate alarak “çatışmanın bitmediğini” söylüyor, “küresel ve bölgesel aktörlerin el-Kaide bağlantılı cihatçıların yönetime gelmesinden rahatsız olduklarını” ekliyor. Pedersen, “Libya senaryosunun tehlikeli emsal” olduğunu hatırlatıyor ve “önümüzdeki günlerde Suriye’deki durumun kontrol dışına çıkmaması için bir mucize gerektiğini” kaydediyor.
HTŞ’nin sabıkalı lideri, ABD’nin başına koyduğu 10 milyon dolarlık ödülle gezen “Ebu Muhammed el-Colani” gerçek adı olan Ahmed el-Şara’yı kullanmaya ve sivil giysilerle dolaşmaya başlasa da Esad’ın devrilmesini “İslam ümmetinin zaferi” olarak nitelemesi durumu kolaylaştırmıyor. Türkiye-Katar ekseninin el-Şara’yı ılımlı ve kapsayıcı zemine çekip çekemeyeceği, bunu yapabilse de Suriye halkının beklentilerini karşılamakta ne ölçüde başarılı olabileceği belirsiz. Bölge ülkelerinin ve küresel aktörlerin belirsizliği dikkatle ve kaygıyla izleyecekleri muhakkak.
Esad’ı devirenlerin ılımlı muhalifler olmadığı, önemli bölümü Suriyeli olmayan cihatçı gruplardan ve militanlardan oluştuğunu not ederken, Suriye üzerinde ABD ve AB’nin yaptırımlarının sürmesini beklemek gerektiği açık. Mesele, maddi kaynak bulmakta yatmıyor; Suriye zaten yıllardır hayatta kalabilmek için dünyanın captagon üretim merkezi durumunda. Yasadışı uyuşturucu hap üretimi Suriye’ye yılda 10 milyar dolar gelir sağlıyor. Bu gelirden hemen vazgeçebilmesi olası mı? Katar başlangıçta acil finansman yardımı sağlasa bile, Suriye’nin yeni hükümeti meşruiyet kazanmak için yaptırımlara uymak zorunda. Üstelik, HTŞ’nin “terör örgütü” statüsünden kurtulmak için yeni bir BMGK kararına gereksinimi var. Dahası, 200 kilometre kareye yakın Suriye toprağını fırsatını bulmuşken işgal eden, Suriye’nin tüm askeri altyapısını yüzlerce hava saldırısıyla imha eden İsrail’in belirsiz niyetleri işi iyice karmaşık hale getiriyor. Bu denklemde Türkiye'nin kapasitesinin kaldıraç görevini üstlenmek için çok yetersiz olduğunu söylemeye herhalde gerek yok.
Türkiye, böylesi bir ortamda zaten dertte olan başını iyice derde sokmuş görünüyor. Bir yanda, yaşananların rövanşını almak için fırsat kollayacak Rusya ve İran var. Diğer yanda, Türkiye ve Katar’ın müzmin “Müslüman Kardeşler sevdası”ndan rahatsız bölge ülkeleri ve küresel aktörler var. İsrail sütre gerisinde fırsatları kollarken, Suriye içindeki grupların, özellikle PYD/YPG’nin, kuracakları yeni ittifaklarla dengeleri etkilemeleri mümkün. Türkiye’deki milyonlara varan Suriyeli sığınmacının belki pek azı Suriye’ye dönecek. Öyleyse, mesele soğumaya yüz tuttuğunda Türkiye kamuoyunun “Suriye’de zafer kazanıldığı” propagandasının temelsiz varsayımlarına itibar etmeyeceği ortaya çıkacak gibi duruyor.
Bu koşullar altında, Türkiye’nin geçmişi Soğuk Savaş’ın başında 1950’li yıllara giden ve biteviye depreşen “Müslüman Kardeşler sevdası” ve “Baas düşmanlığı”nın 2011’den bu yana ülkemizi son yüzyılın en büyük bataklığına soktuğunu öngörmek kehanet değil. Çok boyutlu ve çok maliyetli bu saplantının “insani mülahazalarla” açıklanabilir yanı yok, zira bu maceracılığın geçmiş yıllara giden köklerini biliyoruz. Şimdiki adıyla peşine düşülen “yeni Osmanlıcılık” hülyasının hayırlara vesile olmayacağını görebiliyoruz. Öyleyse, önümüzdeki kritik soru şu olabilir: Türk kamuoyu “güçlü lider, güçlü Türkiye” söylemini satın alarak, sonu görünmeyen bu hayalperest macerayı onaylayacak mı? Yoksa, bir aşamada “artık yeter” deme ihtiyacını hissedecek mi?
Diğer korkutucu örnekler bir yana, 1980'lerde Afganistan'da radikal dinci akımların yükselişinin ve yönetime gelişinin, komşusu Pakistan'ın iç istikrarına ne kadar zarar verdiğini hatırladığımızda, bizi bekleyen riskin farkında mıyız?
Namık Tan kimdir?
Namık Tan, eski Washington Büyükelçisi ve Dışişleri Sözcüsü, 28. Dönem CHP İstanbul Milletvekili'dir.