GAZETEMİZDE geçen cumartesi günü yayımlanan “14 Soru Yanıtta Halep-HTŞ Krizi” başlıklı analizimi cuma öğleden sonra yazmaya koyulduğumda, rejim muhalifi Heyet Tahrir eş Şam (HTŞ) örgütü, kalkıştığı askeri saldırıda Esad ordusunu gerileterek Halep’in kapılarına dayanmış bulunuyordu.
Bu sırada bütün dikkatler rejim ordusunun Halep girişinde bir savunma hattı tutarak, HTŞ’yi burada durdurmayı başarıp başaramayacağı sorusuna çevrilmişti.
Beklenen olmadı ve cuma akşam saatlerinde Esad ordusunun geri çekilmeye başlamasıyla birlikte, HTŞ Halep şehir sınırlarından içeri girmişti bile ben yazıma noktayı koyduğum saatlerde.
Halep, gazetemizin yayımlandığı cumartesi günü rejim güçlerinin kontrolünden çıkarak büyük ölçüde HTŞ’nin egemenlik alanına geçmiştir.
*
Dün öğleden sonra bu yazıyı kaleme almaya başladığım sırada sahadaki durumu yine kontrol ettim. Askeri manzara şöyle görünüyordu:
HTŞ, Halep’in tümünü ve güneyine dönük geniş bir kırsal alanı da kontrolüne almış olmasının üstüne, ikinci aşamada M-5 otoyolu üzerinden güneye doğru kuş uçuşu 120 kilometre gibi ciddi bir mesafe kat ettikten sonra bu kez Hama şehrine girmek üzereydi.
HTŞ savaşçıları, dün akşam saatlerine doğru Hama şehir merkezinin 4-5 kilometre kadar kuzeyine dayanmıştı.
Hama’nın bugün kimin kontrolünde olacağı dün akşam saatlerinde ortada görünüyordu. Rus savaş uçaklarının Esad ordusuna verdiği bütün desteğe rağmen, Halep’te yaşanan bozgundan sonraki kısa zaman içinde yeniden böyle bir tablonun ortaya çıkması, kabul edelim ki her bakımdan düşündürücüdür.
*
Bu tespitin ardından Suriye’de iç savaşın 2016 sonrasında sahadaki bütün dengelerini tersyüz eden son gerilimle ilgili bu aşamadaki en kritik soruya geçebiliriz.
HTŞ, Halep’te yakalayıp Hama’ya doğru taşıyabildiği savaş sahasındaki bu temposunu koruyup, güneye doğru ilerlemesini sürdürebilecek midir?
Soru çok kritik, çünkü HTŞ Hama’yı da denetimine alıp, M-5 karayolunda güneyde bir sonraki büyük şehir olan Humus’a doğru yöneldiğinde, artık başkent Şam’a kadar uzanan bir güzergâha yerleşmiş olacaktır.
Bu, savaştaki tırmanmanın doğrudan Esad rejiminin bekasını hedef alan, onu daha da kırılgan hale getiren bir eşiğe sıçraması anlamına gelir.
Bu mümkün olabilir mi?
*
Halep’in cumartesi günü sürpriz bir şekilde “düşmesinden” sonra Ankara adresine yönelen bütün diplomatik faaliyetin önemli bir boyutu, öncelikle Esad’a ağır hasar veren bir harekâta girişen HTŞ’nin durdurulmasını konu alıyor.
Özellikle Esad’ın Suriye’de görevinin başında kalmasından yana olan bütün uluslararası aktörlerin Ankara’nın kapısını çalarak, HTŞ’nin durdurulması talebini dile getirdikleri anlaşılıyor.
İran Dışişleri Bakanı Abbas Erakçi, pazar günü Şam’a giderek bizzat Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad ile görüşerek kendisine bu saldırı sonrasında destek taahhüdünde bulunmuştur. Erakçi’nin Şam’dan sonra ikinci durak olarak pazartesi günü Ankara’ya geçip Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’la görüşmesi, HTŞ tarafından sıkıştırılan Esad’a destek sağlamayı amaçlayan bir hamle olarak görülmelidir.
*
Bu arada, Fidan’a yönelik telefon diplomasisin akışı da diplomatik hareketliliğin içeriği bakımından yeterince fikir vericidir. Cumartesi gününden itibaren Fidan’ı arayan mevkidaşlarının dökümü şöyledir:
Rusya Dışişleri Bakanı, Katar Başbakanı ve Dışişleri Bakanı, Mısır Dışişleri Bakanı, Lübnan Başbakanı, Irak, ABD ve Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Ürdün Dışişleri Bakanları...
Anlaşıldığı kadarıyla, bu telefon konuşmalarının hepsi Fidan’ın muhataplarının talepleri üzerine gerçekleşmiştir. Burada özellikle vurgulanması gereken bir husus, kendisini ilk arayan yabancı mevkidaşın (Halep’in düştüğü) cumartesi günü öğleden sonra Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov olmasıdır.
*
Bu noktada özellikle Arap ülkelerinin Ankara’nın kapısını çalmasının ortaya koyduğu bir yönelişin altını çizelim.
Suriye’de geçmişte sahada yaşanan benzer krizlerde daha çok Rusya-İran ikilisinin beklentileriyle karşılaşan Ankara, bugün Arap dünyasından da benzer beklentilere muhatap olmaktadır.
Suriye’deki iç savaşın patlak vermesinden sonra 2011 yılında Arap Birliği’nden çıkartılan Suriye geçen yıl birliğe dönüş yapmasının ardından, bu kez Arap ülkelerinin tümünü olmasa da çoğunu yanında bulmaktadır. Belli ki, rejimin sarsılmasıyla Suriye’nin bir kaosun içine düşmesi ihtimalinin belirmesi, bölgedeki önde gelen Arap ülkelerini de tedirgin etmektedir.
Tabii, Ankara’nın da Esad’ın desteklenmesi yönünde gelen bu beklentiler karşılığında, rejimin siyasi çözüm konusunda makul bir çizgiye getirilmesi talebini ilettiğini tahmin edebiliriz.
Fidan, ayrıca önceki gün NATO Konseyi toplantısı için gittiği Brüksel’de Almanya, İspanya, Kanada, Birleşik Krallık Dışişleri Bakanları ile görüşmüştür. Almanya Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock’un görüşmeden sonra “Bölgede kilit oyuncu olarak Türkiye mevcut krizle başa çıkmada merkezi role sahiptir” şeklindeki açıklaması, Avrupa cephesinin Türkiye’nin rolüne bakışını yansıtması bakımından önemlidir.
*
Meselenin diplomasi cephesindeki yol alışını değerlendirirken, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın önceki gün Irak Başbakanı Muhammed Şiya es-Sudani ve Rusya lideri Vladimir Putin ile gerçekleştirdiği telefon görüşmelerini de tabloya dahil etmemiz gerekiyor.
Özellikle Erdoğan-Putin görüşmesinden sonra yapılan açıklamalardaki farklı vurgular her iki tarafın pozisyonlarını anlamak bakımından çarpıcıdır.
Kremlin’in açıklamasında, cumhurbaşkanlarının “Suriye’de süratle tırmanan gerilimleri derinlemesine görüştükleri” belirtilerek, ardından Putin’in iki başlık altında “ivedi bir ihtiyaca” vurgu yaptığı kaydediliyor.
Bu başlıklardan birincisi, “Radikal grupların Suriye devletine karşı terörist saldırganlığının durdurulmasıdır”.
İkinci vurgu ise “Meşru makamlara, ülkenin genelinde istikrarı ve anayasal düzeni yeniden tesis edebilmeleri için -Ankara’nın bölgedeki yeteneklerinin kullanması da dahil olmak üzere- kapsamlı bir destek sağlanmasıdır”.
Buna göre, iki cumhurbaşkanı gerek Astana süreci gerek ikili düzeyde işbirliğini güçlendirme konusunda da görüş birliği belirtmiştir.
Bu ifadelerden, Putin’in Erdoğan’a, Esad’a karşı saldırıya geçen HTŞ’nin frenlenmesi beklentisini ilettiği yeteri kadar sarihtir.
*
Buna karşılık, Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı’nın yaptığı açıklamada, Erdoğan’ın Putin’e verdiği mesajlar aktarılırken, “Suriye’de adil ve kalıcı çözüm” ve “bölgede diplomasiye daha fazla alan açılmasının önemli olduğu, bu süreçte Suriye rejiminin siyasi çözüme angaje olması gerektiği” vurguları ön plana çıkıyor.
Erdoğan Putin’e, “Suriye’deki son gelişmelerden istifade etmeye çalışan terör örgütü PKK ve uzantılarıyla mücadele konusunda Türkiye’nin kararlı tutumunu sürdürmeye devam edeceğini” de bildirmiştir. Bu ifade, Türkiye’nin desteklediği Suriye Milli Ordusu’nun Tel Rifat’ta PKK uzantısı YPG/PYD’ye karşı düzenlediği harekâta bir atıf olarak görülebilir.
*
Özetlemek gerekirse, A) Putin, Erdoğan’dan HTŞ üzerinde ağırlık kullanarak bu örgütün rejimi hedef alan sahadaki askeri harekâtını durdurmasını, B) Erdoğan da karşılığında Putin’den, Esad üzerinde nüfuzunu icra ederek onu siyasi çözüm için masaya oturmaya ikna etmesi beklentisini iletmiş olmaktadır.
Erdoğan’ın mesajının, Esad’ın Türkiye ile normalleşme sürecine girmesi beklentisini içerdiğini de belirtebiliriz. Koltuğu sallanmakta olan Suriye liderinin Ankara ile normalleşmeye girmesi, Türkiye’nin Putin’in istediği şekilde Esad’a yardım edebilmesini de kolaylaştıracaktır.
Her halükârda gelişmelerin bu kritik akışı, yarın ya da cumartesi günü Katar’da Türk, Rus ve İran Dışişleri Bakanları arasında Astana formatı çerçevesinde yapılacak olan üçlü görüşmeye şimdiden oldukça kritik bir konum kazandırmıştır.
Bu beklentiler arasında bütün tarafları tatmin edecek ve gerilimi aşağı çekecek bir dengenin bulunup bulunmayacağı Suriye’de içinden geçtiğimiz tehlikeli krizin bundan sonraki seyrini de belirleyecektir.