Mesele ne?

Dalgalı bir denizde gidiyoruz.  

Büyük ve güçlü bir geminin üzerindeyiz. 

Henüz yolculuğun başı.  

Geminin kaptanı iyi bir ekibe sahip ve gemiyi iyi idare ediyor.  

Ne var ki, denizdeki dalgalar gittikçe kabarıyor, üstelik kaptan ekibini dağıtıyor.  

Kaptan artık onu dengeleyen ekipten mahrum, sıkıntılı kararlar vererek geminin daha da fazla sallanmasına sebep oluyor. 

Midemiz bulanmaya başlıyor.  

Acaba atlayabileceğimiz başka bir gemi var mı diye etrafa bakınıyoruz.  

Yan tarafta bir şey var ama pek bir gemiye benzemiyor.  

Sal gibi bir şey.  

Üzerindekiler bize el işareti yapıyor “gelin gelin” diye. 

Ama deniz çok fırtınalı artık. 

Gönül rahatlığıyla atlayamıyoruz o sala. 

Salın başında önce bir dede vardı, Adalet Yürüyüşü ile bize bir umut vermişti.  

Sonra bütün uyarılara rağmen seçimi kaybetti. Şimdilerde daha genç bir kaptanı var salın.  

Yumuşama dedi, ekose ceket dedi ama yerel seçimden birinci çıkan partiyi gündemin peşinden koşan reaksiyoner bir aktör haline getirdi.  

Gündemi belirlemesi gereken ve ülkeyi erken seçime götürmesi gereken ana muhalefet partisi kazandığı siyasal-psikolojik üstünlüğü kaybetti.  

Halbuki CHP’nin iki önemli adayı var. İkisi de ahali tarafından çok seviliyor ve olası bir seçimde kazanma ihtimalleri çok yüksek. 

İşte Türkiye’nin meselesi bu. 

Türkiye uzunca bir süredir değişime psikolojik olarak hazır.  

Fakat önce devleti ve ekonomiyi teslim edeceği aktörden emin olmak istiyor.  

O geminin üzerinde midesi bulansa da, sağa sola savrulmaktan imanı da gevrese o zayıf sala kolay kolay atlayamaz.  

O yüzden Türkiye’nin meselesi iktidar meselesi değildir. İktidarın ne yaptığı, neden yaptığı artık bellidir.  

Belli olmayan kimin bu gidişata dur diyeceği, hangi kadrolarla ahaliye güven vereceği ve nihayetinde Türkiye’yi selamete çıkaracağıdır.  

O salı dört başı mamur, güven veren bir gemiye dönüştürmediği sürece kimse bu çalkantılı denizde o salın üzerine atlamaz. 

Mesele bu.