Netanyahu ve kötülüğün sınırlarını zorlamak

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun yapabileceği kötülüklerin sınırsızlığına bu kez Lübnan’da Hizbullah’ı hedef alan ve bütün savaş konseptlerini de altüst eden son saldırısında tanıklık ettik.

Önce çağrı cihazlarının, ardından telsizlerin içlerine yerleştirilen patlayıcıların dışarıdan gönderilen bir sinyalle ateşlenerek birer bombaya dönüştürülmesi, önceden emsaline pek rastlamadığımız bir savaş yöntemi.

Bu yeni saldırı yönteminin ayrım gözetmeksizin sivillere ve çocuklara da dönük ölümcül sonuçlar yaratması, hadisenin en rahatsız edici yönlerinden birini oluşturuyor kuşkusuz.

*

Netanyahu’nun bu hareketinin muhtelif düzlemlerde yol açtığı olumsuzlukların listesi uzundur.

Bunlardan birincisi, geçen ekim ayından bu yana sürmekte olan ve İsrail’in acımasız katliamlarıyla Gazze’yi bir kan gölüne çevirdiği savaşın daha da yayılmasına kapıyı açmış olmasıdır. Gazze savaşının bir ateşkesle sona erdirilmesi yolundaki umutların, beklentilerin yerini bu kez çatışmaların genişlemesi, tırmanması ihtimalinin yarattığı tedirginlik almıştır.

Bütün dikkatler Hizbullah’ın İsrail’e vereceği karşılık kadar, Netanyahu’nun bundan sonra kuzeyde ikinci bir cephe açarak Lübnan’a dönük bir kara harekâtına girişip girişmeyeceği sorusuna da çevrilmiştir.

Bu konuda yapılan tartışmaların akışı, İsrail Başbakanı’nın pekala bu yola gideceğini düşünenler ile muhtemel asker kayıpları da dahil, her bakımdan çok riskli olacağı gerekçesiyle kendisinin bu seçeneği göze alamayacağını öne sürenler arasında bölünmüş görünüyor.

Belirsizliğin bir nedeni de, Netanyahu’nun kafasından geçenleri okumanın güçlüğüdür. Bütün otoritelerin de vurguladığı üzere, yürütülen savaşın sahadaki askeri gerekleri ile yapacağı her hamlenin iç politikadaki getirisinin birlikte değerlendirmesi, Netanyahu’nun yerleşmiş hareket tarzıdır.

Gazze’deki savaş, karıştığı yolsuzluklar nedeniyle içeride iyice köşeye sıkışmış olan Netanyahu açısından siyasi bekasını uzatabilmesinin de bir vasatına dönüşmüştür.

*

Her halükarda, son saldırılar Türkiye’nin de bulunduğu bölgeyi tetikleyeceği yeni gerilimler ve sarsıntılar itibarıyla bugünkünden daha da büyük bir kaos ortamının içine doğru itmektedir.

Son hadiselerin en üzücü taraflarından biri, başta söylediğimiz gibi, saldırılarda çok sayıda sivilin, özellikle küçük çocukların da hayatlarını kaybetmiş olmasıdır.

Karşımızdaki tablo, Gazze’de geçen ekim ayından bu yana hastaneleri, okulları, sivil yerleşimleri bombalamaktan kaçınmayan Netanyahu’nun ahlaki, insani sınırları çoktan geride bırakmış olduğu gerçeğinin bir başka tezahürüdür.

*

Netanyahu, başından beri bütün uluslararası normları, kuralları tersyüz etmektedir. Lübnan’a dönük son saldırı, uluslararası alanda geçerli olan savaş hukukunun yerleşik kurallarının yeni bir ihlalini oluşturuyor.   

Bu konuda referans alabileceğimiz metinlerden biri, 10 Nisan 1981 tarihinde New York’ta imzaya açılan ve 2 Aralık 1983 tarihinde yürürlüğe giren “Aşırı Derecede Yaralayan ve Ayırım Gözetmeyen Etkileri Bulunan Belirli Konvansiyonel Silahların Kullanımının Yasaklanması veya Sınırlandırılması Sözleşmesi”dir. 

Bu uluslararası sözleşmeyle ilgili kritik bir nokta, daha sonra yapılan bir eklemeyle içeriğinin kuvvetlendirilmiş olmasıdır. Belgenin parçası olan birinci protokol, 1996 yılında “Mayınların, Bubi Tuzaklarının ve Diğer Teçhizatın Yasaklanması veya Sınırlandırılması Hakkında Protokol” ile değiştirilmiş, böylelikle sözleşmenin kapsamı genişletilmiştir.

*

 Bu protokolün “Tanımlar”a ilişkin ikinci maddesinin dördüncü fıkrasında “Bubi tuzağı” şöyle anlatılıyor:

“Bubi tuzağı, bir insanın görünürde zararsız olan bir nesneye dokunması veya yaklaşması veya görünürde güvenli olan bir eylemi yapması neticesinde, beklenmedik bir şekilde faaliyete geçen, öldürmek ve yaralamak üzere tasarlanmış, imal edilmiş veya uyarlanmış her türlü cihaz veya malzeme anlamına gelir.”

Aynı maddenin bir sonraki beşinci fıkrasında “Diğer Teçhizat” da şöyle şöyle tanımlanıyor:

“Öldürmek, yaralamak veya zarar vermek üzere tasarlanmış ve elle veya uzaktan kumanda ile harekete geçirilen veya belli bir zamanın geçmesinin ardından otomatik olarak harekete geçen, özel imal edilmiş patlayıcı cihazlar da dahil olmak üzere, elle yerleştirilmiş mühimmat ve teçhizat anlamına gelir.”

*

Protokolün “Genel sınırlamalar”a ilişkin üçüncü maddesinin üçüncü fıkrasında ise “Aşırı derecede yaralayıcı ve gereksiz acı veren nitelikteki mayınların, bubi tuzaklarının ve diğer teçhizatın hangi koşulda olursa olsun kullanılması yasaklanmıştır” deniliyor.

Aynı maddenin yedinci fıkrasında da şu hüküm yer alıyor:

“Hangi koşulda olursa olsun, bu maddenin uygulama kapsamındaki silahların, saldırı, savunma veya karşı saldırı şeklinde, sivil halka veya sivil bireylere veya sivil hedeflere karşı kullanılması yasaklanmıştır.”

Ayrıca, protokolün “Yasaklar”a ilişkin yedinci maddesinin ikinci fıkrasında da şöyle deniliyor:

“Bubi tuzaklarının veya diğer teçhizatın, özel olarak patlayıcı madde koymak için tasarlanmış ve yapılmış, zararsız-taşınabilir nesne görünümünde kullanılması yasaktır.”

*

Buradaki tanımlamaların İsrail’in bombaya dönüştürdüğü çağrı cihazları ve telsizlerle birebir örtüştüğünü söylemeye gerek var mı?

Bu noktada çatışmaların önlenmesi konusunda faaliyet gösteren uluslararası sivil toplum kuruluşu “Uluslararası Kriz Grubu”nun savaş suçları alanındaki uzmanlarından Brian Finucane’e kulak verelim.

Daha önce uzun bir zaman ABD Dışişleri Bakanlığı’nın hukuk bürosunda görev üstlenmiş olan Brian Finucane, yaptığı paylaşımda, protokolün özellikle 7/2 maddesine dikkat çekerek, bu sözleşmeye İsrail’in de taraf olduğunu hatırlatıyor.    

Savaş hukuku açısından bakıldığında, İsrail’in son saldırılarında sahada çatışmalara dahil olmayan siviller de zarar görmüştür. “Guardian” gazetesinin önceki gün başyazısında dikkat çektiği üzere, sivillerin hedef alınması ve zarar verilmesi, Batı tarafından Ukrayna’da savaş suçları işlediği yolundaki Rusya’ya yöneltilen suçlamaların da ana dayanağını oluşturmaktadır. “Guardian”, aynı mantığın neden İsrail’e uygulanmadığını soruyor.      

*

Bu yönüyle baktığımızda, Netanyahu’nun kural tanımazlığının Batı’ya dönük de yüksek bir maliyeti var başından beri. Onun liderliğindeki İsrail, Batı’nın kurallara dayalı bir uluslararası düzenin korunması yolundaki söyleminin inandırıcılığını ciddi bir şekilde tahrip ediyor.

Bir bakıma, bütün bir uluslararası sistemi ve aynı zamanda Batı dünyasının inandırıcılığını da kendisiyle birlikte aşağıya çekmektedir Netanyahu.

Muhtemeldir ki, ABD’de önümüzdeki kasım ayı başında yapılacak olan başkanlık seçimine kadar da durdurulabilmesi zordur kendisinin. Seçimi Cumhuriyetçi aday Donald Trump kazandığı takdirde, Netanyahu’nun elinin iyice serbest kalacağı bir senaryoya da hazırlıklı olmamız gerekir.

*

Son bir noktayı daha vurgulamamız gerekiyor. Netanyahu’nun son saldırısında başvurduğu yöntemin tetiklediği dalgalar başka bir yönüyle de Ortadoğu’yu fazlasıyla aşıyor.

İsrail’in kullandığı yöntemin üzerinde durulması gereken bir diğer iz bırakan sonucu, dünyanın her bir tarafında yaşayan insanlarda cep telefonları dahil olmak üzere günlük hayatta kullandığımız muhtelif elektronik aygıtların birer savaş aracına dönüşebileceği yolunda yarattığı kaygılar ve tedirginlik duygusudur.

İklim değişikliğinin artık ürkütücü boyutlar kazanmakta olan çevresel sonuçları ve yerkürenin her bir noktasına sıçrayan savaşlarla zaten iyiye gitmeyen bir dünyada yaşadığımızı biliyoruz hepimiz.

En son ihtiyaç duyduğumuz şey, insanların hayatında bir de bu tedirginliğin yaratılmasıydı herhalde. Netanyahu bunu da yapmıştır.