Ülke olarak düze çıkacak mıyız? Bu gaflet uykusundan uyanacak mıyız? Çözümü liderlerin kendinden menkul hikmetinde değil de birlikte gideceğimiz yolun kendisinde bulacak mıyız?
Hiç şüpheniz olmasın, böyle olacaktır; çünkü en azından ne olmaması gerektiğinin farkındayız. Ne olması gerektiğini ise elimizde hazır bir model olmadığı için el yordamıyla ilerleyerek bulma yolundayız.
Son seçim süreci boyunca parti adaylarının küresel güçlerce önerildiği söylendi hep. Cumhurbaşkanlığı seçiminde “Ana muhalefet partisinin genel başkanı aday olmalı, haydi aday ol” diyen de Erdoğan’ın kendisiydi. Ya bunlar unutuldu ya da herkes kendini küresel güç olarak görüyor, kim bilir!
“Seçimi kaybedersek darbe olur” diye sokakları kışkırtmaya çalışanlar da olmuştu. Algı operasyonu ile kendi tabanını etkilemeye çalışmak kutuplaşmayı tetikledi.
Kutuplaşma tutkunları unutmasınlar ki kutuplar soğuktur, Akdeniz coğrafyasının ılıman iklimi varken başka arayışlara ne gerek var?
Darbeler, hükümetin şiddet yoluyla düşürülmesidir ve asla kabul edilemez. İktidarın yurttaşların oyuyla değiştirilmesiyse son derece meşrudur. Yoksa zaten seçimleri yapmaya gerek olmazdı.
Geçenlerde bir ergen vatandaşımız, bizi hızlandırılmış kurstan geçirdi, “seçimin değil, örgütlenmenin esas olduğunu” bize tebliğ etti. “Örgütlenme olmadan seçim de kazanılmaz ki zaten” dedim ama işe yaradı mı bilmiyorum. Bu tür insanlar kendi ezberlerinden başka her şeye mühürlü kulaklara ve yüreğe sahipler maalesef.
İktidarlara gelince, yönetimler genellikle kendi iradeleri dışındaki tercihleri milli iradenin bir parçası olarak görmüyorlar, farklı olandan nefret ediyorlar.
Siyaseti de reklamcılığın bir alt dalı olarak görüyorlar ama ne yaparlarsa yapsınlar raf ömürlerini artık tamamlayanlar, laf ebeliğiyle hakiki sorunların üstünü daha fazla perdeleyemezler. Mesela, bugün dünyada vatandaşları ancak kredi alarak tatile çıkmak zorunda kalan kaç ülke kaldı? ABD’nin yıllık enflasyonu nasıl bizim aylık enflasyonumuza yakın oluyor?
Tek başına TRT’de siyasi partilerin faaliyetlerine ayrılan süreler arasındaki uçurum bile ortadaki haksız ve adil olmayan rekabetin kanıtı değil midir?
İktidar sürekli bir bölünme paranoyası yaratarak muhalefeti düşmanlaştırmaya çalışıyor. Ülkemizin yurttaşlarının bir ayrılma talebi olmadığını onlar da biliyor. Yurttaşlarımız, iradelerinin kayyumla gasp edilmesine karşılar sadece; ama korku politikaları ile sanki çocuk kandırıyorlar. Korkutanların asıl kendilerinin korktuğunu biliyoruz. İmtiyazlarını yitirmekten, gerçeklerin ortaya çıkmasından korkuyorlar. O yüzden siyasi faaliyetler her geçen gün daha da merkezileşiyor.
Ama bizim tarihimiz hep böyle oldu. Küçük bir hatırlatma yapayım, ne değişti siz takdir edin: 1945’te Serteller, Görüşler dergisini çıkardığında, Görüşler’in G’si orak-çekici andırıyor iddiasıyla davalar açılıp kapatma yoluna gidilmişti. Tan baskınından sorumlu Lütfi Kırdar’ın adı bugün salonlara veriliyor. Tan baskınından saldırganlar değil mağdur Serteller yargılanmış, onları sorgulayan Salim Başol’a kimse ses çıkarmadığı için Yassıada hâkimliğine kadar önü açılmıştı. Başkasının hukukuna sahip çıkmadığınızda gün geliyor hukuksuzluk herkes açısından rutine dönüşebiliyor.
Gerçeğin Karartılması
Siyasetin ceberrutlaşması her dönem gerçeğin karartılmasıyla atbaşı gidiyor. Bugün ifade özgürlüğü, ifade verme ve tutuklanma keyfiyetine dönüşmüş durumda maalesef.
Ülkemizde temel hak ve özgürlüklerin güçlendirilmesi hep çetin bir mücadele konusu oldu.
Meclis çeşitliliği oranının yüksek olduğu, her rengin kendini ifade edebildiği bir meclis olduğunda anlamlı oluyor.
Hocaların hocası Bahri Savcı, İnsan Hakları kitabında, “Devlet hukukla bağlanmalıdır” diye yazmıştı. İktidar ise hukuku, adaleti, ayak bağı olarak görüyor. Halbuki hukuku yeniden baş tacı yapmak gerekiyor.
Siyasi anlatıları zayıflayanlar, inandırıcılıkları kalmadıkça, saldırganlaşıyorlar. Belagatleri yurttaşın hakikatini yansıtmıyor.
Meclis’te hakaretamiz konuşmanın müeyyidesi belliyken, hâlâ kendi ceza kesmeye kalkanlara alkış tutan bir siyasi ekibin topluma örnek olması söz konusu değil.
Can Atalay için Meclis’i toplantıya çağırıp meclis görüşmesi için yeter sayıyı sağlayamama rezaleti vahşi saldırı ile kriminalize oldu ve unutuldu gitti. Sözel ve fiili şiddete karşı Meclis Grupları mutabakata varmış olmalarına rağmen ertesi gün imzaları kurumadan siyasi vandalizmi savunmaktan eksik durmadılar.
“Akılsızın aptalı kurnaz olur” derler, hiçbir kurnazlığın, üçkâğıdın işe yaramayacağı bir sürece doğru hızla ilerliyoruz.
“Zirvelerin uçurumları derin olur” demişti Cemil Meriç. Birçok siyasetçinin yaşadığı baş dönmesi bundandır.
Herkesin birbirinden farklı düşüncelere sahip olması doğaldır; ama düşünceyi bilgiye dönüştüren şey kanıtlanabilmesidir. Sabah akşam aslı astarı olmayan tezvirat yapanlar bunun farkında değil. Edepsizlik, çirkeflik tartışmanın kendisini boğuyor, belki de bu yüzden bu yoldan vazgeçemiyorlar, aslında tartışma olsun istemiyorlar.
Bazı insanlar bütün bunlardan şikâyet etmeyi siyaset sanabiliyor. Sürekli söylenip sözünüzü örgütlü söyleyememe halleri bıktırıcı geliyor. Siyaset, sadece sorunları anlatmak değil çözümleri sunabilmektir, tam da bunu yapan ipi göğüsleme şansını yakalar.
Seçim vakti değil ki diye düşünenler unutmasınlar: Seçime bir önceki seçimin ertesi günü başlamazsanız seçimi kazanamazsınız.
Zaman zaman siyasetçilerin birbirlerinin önerilerinden kopya çektikleri de oluyor; ama bundan şikâyetçi olmamalıyız. Hiçbir çözüm önerisinin kimseye rüçhan hakkı yok. Yeter ki yurttaşın yüzü gülsün; ama o yüzleri karartanların adresi belli gibi gözükse de herkesin herkesten şikâyetçi olduğu bir kakofoni ortamı var.
Bir rejim, otoriterleştikçe hızlı karar alır; ama yanlışlarını görmesi de zaman alır. Üstelik depremde bile bunu da yapamadıklarını, sadece mazeret beyanında hızlı davrandıklarını gördük.
Siyaset alanında toplumun yararına, işe yarar bir şey kalmadığı için tam bir değerler yozlaşmasıyla karşı karşıya bıraktılar memleketi.
Yeni Bir Başlangıç
Şimdi ise yeni bir başlangıcı birlikte inşa etmenin tam zamanıdır.
Aziz Nesin, “Politikaya girmek, ya çok akıllı ya da aptal olmaktan ileri gelir” demişti. Biz yaşadığımız bu örgütlü aptallık karşısında bir ortak akıl inşa ederek bu badireden çıkmaya kararlı olmalıyız. Yurttaşların imece çalışmasına omuz vermesi o yüzden çok kıymetli.
“Anayasa’ya uymadıkları için anayasa değişikliğine karşıyız” argümanı da çok riskli. Anayasa’ya uyulmadığında ne yapılacağının müeyyidesi oluşturularak bu oyun bozulmalı, yoksa “Tembelden iş iste, sana akıl versin” sarmalından çıkılamıyor.
Tuğlayı sıvadığınızda tuğla olmaktan çıkmıyor, sıvanın arkasına da bakmak gerekiyor. Yaptığımız tam da bu, sıvamaya çalıştıkları gerçeğin aslını göstermek ve bu taassup, menfaat duvarlarını yıkmaya kararlı olmak.
Albert Camus, “Politika din değildir, din olmaya kalktı mı engizisyon olur” diye uyarıyordu. Dini kendi çıkarları için tahterevalli yapanların ufkunun ülkemizin geleceğini belirlemesi zor.
Hepimizi çok büyük bir değişim rüzgârı bekliyor. Kimliklerimizi dönüştürecek miyiz, pekiştirecek miyiz? Anayasa müzakerelerinde ortak kimliğimiz, yaşam standartlarımızı yükseltmenin en önemli harcı olacaktır.
CHP tüzük kurultayı bu açıdan çok önemli bir fırsat, rotasyon ilkesinden ön seçim kuralına vs., toplumsal beklentiler doğrultusunda somut adımlar atılabilir. Mesela, ön seçim bizim ÖDP deneyimimizde gerçekleştirdiğimiz gibi parti konferanslarında hükümet komiseri olmadan gerçekleştirilip parti kongrelerinde resmîleştirilebilir, böylece kota uygulamaları açısından da sıkıntı yaşanmaz. 2010 referandumunda da zaten pozitif ayrımcılığın anayasal eşitlik ilkesine ters düşmediği hükme bağlanmıştı. Bu türden, artık geride kalması gereken konuların, ülkenin en eski partilerinden birinde hâlâ kilitlenme konusu olabilmesi bile çok tuhaf.
Türkiye’yi yaşanmaz kılanlara yurttaş geçit vermeyecektir. Bu sorumlulukla hareket ederek kamu çıkarını parti çıkarlarının üstünde tutmak elzemdir.
İnanıyorsanız, kazanırsınız; kazanmak için politikalarınızı inandırıcı kılmanız gerekir. Artık kimsenin inandırıcı bir mazereti, bahanesi kalmadı, bilesiniz.
Ya şimdi, yoksa artık çok geç.