Hızlandırılmış zaman aralığında, siyasetin yurttaşla ilişkisinde nasıl bir seçicilik gerekiyor sorusunun yanıtı, seçmenin tercihindeki değişikliğin bir risk içermediği konusunda fikir ve duygu dünyasında bir itimat sağlanmasında yatıyor. Bu, zaman içinde değişebilecek çok hassas bir denge.
Genel seçimlerde ve Cumhurbaşkanlığı seçiminde Erdoğan’a verilen onayın, Meclis’te zaten çoğunluğu elinde tuttukları bir ortamda, nasıl bir siyasi merkezileşme ve ceberut siyaset zemini sağlayabileceğini biliyorduk zaten.
Yurttaşın sandığa gitmekteki isteksizliğinin iktidarın hanesine yazılacağı, bu kazancın etik sorumluluğunun hatırlanması yerel seçimlerin kaderini değiştirmişti. İktidarın yaydığı nefret söyleminin bulaşıcılığı karşısında iyilik ve cesaret vurgusu anahtar yaklaşım olmuştu. Çocuklarımızın, ailemizin geleceğinin iyiliği için cesaret ve omuz verilmesi önemliydi. Ama yerel seçimle oluşan olumlu psikolojik atmosferin hızla dağılarak yine bir karamsarlığa girilmesi ilginç bir durum.
Zamanın Ruhunu Okumak
Zamanın ruhunu okuyamamak bizi zamanın dışına atabiliyor. Erdoğan’ın geçmişe duyduğu özlem karşısında, geleceğin birlikte yaratılması vurgusu bugün çok daha önem taşıyor.
Evrensel değerlerle milliyetçi yaklaşımları buluşturmanın kıymetli ve özgün olduğu ortada ama özellikle siyasetin merkezinde konu kimseye zimmetli olmamakla birlikte yeterince içeriklendirilmiş de değil. Yurttaş geleceği yeterince net göremiyor, siyasi belirsizliklerin aşılamaması umutsuzluk yaratıyor.
Sosyal ve ekonomik gerçekleri gizlemenin gücün değil, güçsüzlüğün işareti olduğunu biliyoruz. Sokaklar hâlâ can simidini arıyor ve retorik karın doyurmuyor.
Mevlana’nın “İnsanda güzel olan yüzdür, yüzde güzel olan gözdür, ama insanı insan yapan ağzından çıkan sözdür” sözüne atfen, ısırgan siyasetteki vandalizmin toplumsal değerlerimizde yarattığı tahribat da ortada.
Doğru ve toplumsal yarara destek veren hukuk teminatını sağlamak, yoksullarla değil yoksullukla mücadele eden bir çizgiyi sürdürmek gerekiyor.
Mutlak iktidarların kuralsızlığını, keyfiliğini, vicdansızlığını ve sınırlı bilginin sınırsız iktidarının yaratacağı travmaları hatırlatmak da önemli. Özgürlüğün olmadığı yerde ahlakın olamayacağı da başka bir gerçek.
Kötülüğe seyirci kalıp, fiilen kötülüğe bekçilik yapılmamasını istiyorsak eğer, bir mumun diğer mumu tutuşturduğunda ışığından bir şey kaybetmediğini de bilmeliyiz. Her hareketin bir miadı vardır. Toplumsal talepleri siyasal arzınız karşılayamadığında, ki buna kriz diyoruz, suyunuz ısınmaya başlıyor.
İktidarla muhalefetin tabanları arasındaki duygusal kopuşu giderme hedefini sürdürmek gerekiyor. Anadolu’da “Meyveli ağaç taşlanır” diye tuhaf bir laf vardır, verimli olan sevilmez gibisinden; ama kim türettiyse bunu, ağacın taşlandığına hiç tanık olmuş değilim, en fazla dut ağacını sallarlar, zeytini belki biraz hırpalarlar. Ama meyve taşlama, asla!
Jeolojik, siyasi ve iktisadi depremlerde hep altta kalanlar değil üstte kalanlar konuşuyor, sözü elinden alınanların sesi olmaya çalışılacağının sözü verilebilmeli. Yurttaş kendini siyasi özne olarak görmeye başladığında geleceğin örgütlenmesine daha da sıkı sarılabilir.
Afet Kapitalizmi
Siyasi, iktisadi ve doğal afetlerden kâr ve siyasi rant elde etmek kabul edilemez, buna afet kapitalizmi denir! Kollektif travmaları fırsata çevirmeye kalkanlara imkân verilmemesi geleceğin şekillendirilmesinde önemlidir.
“Kutuplarda hayat olmaz, ama kutuplar olmadan da hayat olmaz” diyordu Cemil Meriç. Siyasette de kutupların varlığı dinamizm getirebilir, yeter ki kutuplar arası ilişkilerin hukukuyla ilgili bir mutabakata varılabilsin. İktidar ve muhalefet ilişkisinin normalleşmesi de buradan geçiyor.
Mustafa Kemal, Nutuk’ta muhalefeti “vatan haini” olarak değerlendirirken, o muhalefet geleneği artık iktidara geldi ve şimdi de iktidar muhalefeti her gün hainlikle suçluyor. Kısacası politik kültürümüzde değişen bir şey yok. Galiba ilk iş herkesin birbirinin meşruiyetini sorgulamaktan vazgeçmesi, milletin egemenliğinin bilirkişiliğine soyunmaya kimsenin kalkmaması.
Biz, biz olmaktan çıkarsak dağılır gideriz. Cumhuriyet’in ikinci yüzyılında halkla kamuyu buluşturabilme becerisini gösterebilmeliyiz. İttihatçı zihniyetin kalıntılarını, tortularını aşabilmeliyiz. Sivas Kongresi’nde ittihatçılık yapılmayacağı konusunda edilen yeminleri unutmamalıyız. Şimdi bir demokrasi programıyla siyasi ortodoksiyi aşamazsak, o bizi kendine esir edebilir.
Cumhuriyet tarihi boyunca temel aksı kuvvetler birliği ve kuvvetler ayrılığı oluşturmuştu. Bugün “Kemalist siyaset nedir?” diye sorsanız her kafadan bir ses çıkabilir; yaşam felsefesi, laiklik savunusu, ideolojik yaklaşımlar veya modernleşme gibi çeşitlemeler yapılabilir; ama siyaseten sorunun yanıtı, Kemalist siyasetin esasının “kuvvetler birliği” tezi olduğudur.
Mustafa Kemal, kuvvetler ayrılığının “gayri tabii, gayri kanuni ve gayri meşru olduğunu” iddia ediyordu. Lenin’e gönderdiği mektupta da kuvvetler ayrılığını eleştiriyordu. Şükrü Hanioğlu bunu, son çalışması Atatürk-Entelektüel Biyografi kitabında çok güzel anlatıyor (s.336).
Hazır bugün hemen herkes en azından kuvvetler ayrılığı konusunda hipnotize olmuş, bir mutabakat oluşturmuşken, bunun gereğini yerine getirmek için bu zımni kabul niye harekete geçirilmesin, ete kemiğe büründürülmesin?
Demokrasi açığını kapatmanın yolu kuvvetler ayrımı açığını aşabilmekten geçiyor. 12 Eylül rejimini kundaklama ve güncelleme alışkanlıklarından vazgeçelim artık. Bunun için bu rejimin imtiyazlarından vazgeçebilme iradesi ve erdemi gerekiyor.
Kadrajı Birlikte Tasarlamak
Geçmişi restore etmek üzerinden gelecek projeleri geliştirilemez. Siyaset bir kadrajlama faaliyetidir, kadrajı birlikte tasarlayarak mutluluğun resmini de hep birlikte yapabiliriz elbette.
Bizim kuşağın hayata açılan penceresi, Sertellerin çıkardığı Hayat Ansiklopedisi’ydi. İşte o Sabiha Sertel, Liderin Psikolojisi diye bir yazıyı Türkçeye tercüme edip yayınlamaya kalktığında, “Gazi’yi mi kastettin?” diye ağır cezada yargılanmıştı. Sabahattin Ali’ye pasaport verilseydi, 41 yaşında öldürülmeyecek, birbirinden güzel yeni kitaplarıyla aramızda yaşayacaktı. Bugün 21’inci yüzyılda benzer durumların yaşanmasını bu memleket hak etmiyor artık.
Bazen vazgeçtiğimiz zaman kazanıyoruz. Gün, naftalin kokan bütün siyasi yaklaşımlardan, siyasi yasaklardan kurtulma günüdür. Bu, hepimizin ortak sorumluluğudur. Şimdi toplum olarak helalleşme vaktidir. Bu belki de Kemal Kılıçdaroğlu’nun çok güzel bir şekilde siyasi tarihimize sunduğu; ama geniş anlamda hayata geçiremediği helalleşmenin gerçekleşmesiyle olabilir.
Alejandro Jodorowsky haklı, “Kafeste doğan kuşlar, uçmayı hastalık sanır.” Zihinsel kafeslerimizi sorgulamanın tam zamanıdır.