Yakın bir gelecekte seçim olsa, bu ülkenin geleceğinde parlamenter sistemin sonlanmasıyla şekillenen otokratik bir rejimin ülkeyi getirdiği çıkmaza devam mı dersiniz, tamam mı?
Kadınların haklarının yok sayıldığı, adalet mekanizmasının çökertildiği, yargıdan internete, yaşam biçiminden izlediğimiz dizilere dek, tek adam rejimine bağlı yaşamaya devam mı, tamam mı demek bizim elimizde.
Acıyla tanıklık ettiğimiz 6 Şubat depremlerinin acil yardımındaki basiretsizlik ve yanlışlar silsilesinin ardındaki bu anlayışın devamına evet mi diyeceğiz, hayır mı? 50 binden fazla yurttaşımızı kaybettiğimiz, on binlercesinin tahliye edildiği, 1 milyondan fazla yurttaşımızın barınma merkezlerinde yaşam mücadelesi verdiği depremin arkasında yatan rant, yolsuzluk, denetimsizlik, sorumsuzca yapılan imar aflarına karşı vicdanlarımız mı konuşacak, taraftarlık mı?
Eti, peyniri unuttuk; fakirin sofrasından eksik olmayan soğanın bile ulaşılmaz olduğu ve enflasyonun yüzde “bilinmezlere” dayandığı ülke tarihinin en büyük ekonomik krizine devam mı diyeceğiz, yetti artık gayrı mı?
Doktorların, akademisyenlerin bugüne kadarki en yüksek göç oranıyla, gençlerin geleceği yurt dışında gördüğü bir gerçeklik karşısında, yaşanan beyin göçüyle yoksullaşan, geleceği karanlıklaşan bir ülkenin yurttaşları olmayı kabul mü edeceğiz, karşı mı çıkacağız?
İstanbul Sözleşmesi’ni feshedene mi, Sözleşme’yi yeniden vadedene mi olacak desteğimiz? 6284 sayılı Kanun’dan taviz vererek kadınların haklarını gasp edene mi, kadınların eşitliğine inanan, kadın haklarını genişletmekte olanın yanında mı olacağız?
Cumhurbaşkanı Erdoğan, kadın cinayetlerinin artmasıyla Sözleşme’nin iptali arasında hiçbir ilişki olmadığını iddia etti. Peki bunu doğrulayan bir ampirik çalışma var mı, elinizdeki verileri paylaşır mısınız diye soruyorum. Bir uluslararası sözleşmeyi önce getirip sonra da kaldırmayla oluşan sosyal iklimi ölçebilmek iddia ettikleri gibi kolay değil.
O halde bugün artık tüm bu yanlışlara, haksızlıklara, yolsuzluklara, ülkenin girdiği çıkmaza, gittiği karanlığa dur mu diyeceğiz, yoksa hafızasızlık hallerine devam mı edeceğiz?
Ayrıştıran Siyasete Karşı Bir Arada Yaşamı Savunan Siyaset
Her şeye üzülen ama yeterince ilgilenmeyen, örgütlü tepki vermeyen bir toplum olduk. Bu tek adam yönetiminin ülkeyi soktuğu girdaptan, yeniden regüle edilmiş bir parlamenter sistemle, el ele vererek çıkmak mümkün olmalı. Bu iktidarın ayrıştıran, kutuplaştıran siyasetine karşı, birleştiren, buluşturan ve bir arada yaşamı savunan bir siyaseti savunmak mümkün olabilir. Herkesin kendi kimliği ve inancıyla, eşit ve özgür, mutlu ve huzurlu yaşadığı bir Türkiye vaadi önem taşıyor.
Var olan siyasetin nefret, kin, öfke ve ötekileştiren ayrımcı diline karşı, sevginin, saygının, birbirini anlamanın, dinlemenin ve tüm farklılıklarımızla bir arada yaşamın takipçisi olabiliriz.
Çocukların aç kalmadığı, kadınların öldürülmediği, gençlerin umutlarını yitirmediği bir ülke ve yakın coğrafya tasavvur edebilmeliyiz.
Emeğin, bilginin karşılığını bulduğu, sadakat değil liyakatin işlediği, insan kaynaklarını doğru değerlendiren bir sistem kurarak beyin göçünü engellemeyi hedefleyen müreffeh bir Türkiye yaratabiliriz.
Hepimiz mutlaka ülkemizi çok seviyoruz, ama mesela dünyadaki ülkelerin yeşil gelecek endeksinde biz 63’üncü sıradayken, Yunanistan 17, İzlanda 1, İsrail 43’üncü sırada. Ülkemizi çok seviyoruz; ama sevgimizi belli edemiyoruz galiba, katkılarımızda bunu dışa vuramıyoruz demek ki. Ya da başkalarına nefretimizde sevgimizi gösterdiğimizi sanıyoruz belli ki.
Artık miadını doldurmuş bu yorgun siyaset yaklaşımını geride bırakabilir, yeni bir Türkiye için yeni bir sayfa açabiliriz. Bu uzun süren kış uykusundan kalkıp, yine bir bahar tazeliğine, diriliğine, umuduna uyanabiliriz. Yeter ki bu bizim hep beraber gerçekleştirebileceğimiz ortak ülkümüz, ortak rüyalarımız, tutkumuz olsun.
Bu ülkenin tüm yurttaşlarıyla; genci, yaşlısı, yoksulu, zengini, sağcısı, solcusu, dindarı, ateisti, Müslüman’ı, Hristiyan’ı, Musevi’si, Sünni’si, Alevi’si ve dahi ağacı, dağları, böcekleri, kuşları, balıkları, kırları, ovalarıyla bu coğrafyanın her rengi, her zenginliğiyle beraber uyanabiliriz bu hayata.
“Doğru adam”a değil, doğru adımlara ihtiyacımız var bizim. Otoriter, baskıcı, tek adam rejiminden mi, demokratik, özgürlükçü, eşitlikçi, çoğulcu bir yönetimden mi yana olacağız?
Alice, Harikalar Diyarında, aynadan öte tarafa geçince sorar “Şimdi nereye gidiyoruz?” diye. “Bu nereye gitmek istediğine bağlı” diye yanıt verir beraberindeki tavşan.
En azından ne yapılmaması gerektiğini, daha önce denenmiş yollara yine yönelmek istemediğimizi biliyor olmalıyız artık. Yeniyi inşa etmek sabır, kararlılık ama en önemlisi değişim modelleri inşa etmek işidir. Ne istediğini bilmeyenler, ellerindeki imkânları da iyi değerlendiremezler.
60’lı yıllarda, “Televizyon istemiyoruz, ekmek istiyoruz” diye tuhaf bir slogan vardı. O slogan sahipleri bugün ne yapıyor bilemiyorum; ama farklı talepleri birbiriyle tokuşturmak yerine birbirlerini tamamlamalarını sağlamak hibrit siyasetin bir gerçekliği.
Bugün tartışılan ‘12 Eylül’ü aşacak bir anayasal düzenleme konusunda, “Anayasa’ya uymayanlarla bir adım atılamaz” gibi Baykal’ın istemezük siyasetine tornistan politikaları yerine, pekâlâ anayasal düzenlemelere uyulmadığında nasıl tutum alınabileceği üzerine bir mutabakat için çaba gösterilebilir.
Uluslararası alanda İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi de normatif bir metin ama uluslararası toplumda uygulama sıkıntıları var. Bu bir temenni metni diye bunları aşacak düzenlemeleri reddetmiyor, insanlık olarak müktesebatı çoğaltacak bir çaba içine girebiliyoruz.
Bütün bu süreçleri elimizin tersiyle ittiğimizde anti-siyasetten de hayırlı sonuçlar çıkmıyor. Galiba şimdi de siyaset zamanı, siyasete takoz vakti değil. Meclis’te bir şey yapılacağını düşünmüyorsanız, orda ne duruyorsunuz, dönün o zaman sine-i millete. Bu yaklaşımın doğru olmadığını bilip, yerine de bir şey koyamayanların tarihsel sorumlulukları bulunuyor. Bir an önce silkinip kendilerine gelmelerinde fayda var.
Yumuşama Jestleri
Bu açıdan, Meclis’in açılışıyla başlayan yumuşama jestlerinin simgesel önemi büyük. Bir el sıkışma jesti bile toplumda hemen olumlu bir siyasi iklim yarattı. Mahallemde bakkala, fırına gittiğimde her siyasi renkten insan özlemle bir sonuç alınır mı diye soruyor.
Daha önce Öcalan’a çağrıda bulunan DEM Parti’ye tepki gösteren Devlet Bahçeli, şimdi kendisi Öcalan’a çağrıda bulunabiliyor. Haklı olarak “Çözüm yeri Meclis’tir” diyenler Meclis’i baypas edemezler. O yüzden farklı siyasi öznelerin eşgüdümü sağlanmaksızın adım atmak kolay olmaz.
Aslolan kendi irademizdir, o zaman iradelerimizi ortaklaştıralım. “Ortak Biz”de buluşalım.
Cezaevinde ziyaretine gittiğimiz Selahattin Demirtaş ve Selçuk Mızraklı ve tüm siyasi mahkûmlar umutla mücadeleye sarılıyorsa, dışardakilerin pes etme, bahane üretme özgürlüğü, lüzumsuz polemik ve laf yetiştirmekle zaman tüketme keyfiyeti bulunmuyor. Demirtaş’ın Savunması kitabında tam yedi yıl sonra ilk defa savunma yapma izni verildiğini yazan Selahattin Demirtaş, Meclis’te verilen mücadelenin önemini daha da iyi hatırlatıyor.
Şimdi tam da siyaset yapma, Meclis’i yeni fikirlerle doldurma zamanı.
Dogmatizm, bağnazlık, yalancı meme bağımlılığıdır; artık büyüme ve sahte bağımlılıklardan kurtulmak zamanı gelmedi mi?
Siyaset ya ortodoksiyi aşacak ya da onun esiri olacak. “Din/laiklik elden gidiyor” nakaratıyla ahaliyi elde tutma döneminin de yavaş yavaş sonuna geliyoruz. Şimdi kimileri için oltaya yeni caydırıcı yemler üretme zamanı.
Aman dikkat!