Ondan, Bundan, Şundan

Erdoğan, “Kendi göbeğimizi kendimiz kesiyoruz” diyordu; ama mecaz da olsa her bebeğin göbek bağı doğumu yapanlar tarafından kesilir. Doğrusu da budur. Kendi göbeğine dokunmak doğru yol olmayabilir.

Dış borcumuz milli gelirin yarısına varmışsa, istediğiniz kadar yerli ve milli retoriğini tekrar edin, durum ve rakamların vahameti ortada.

Eroin bağımlılarının “altın vuruş” ihtiyacı gibi, spekülatif sermayenin spekülasyonlarına teslim olmuşsunuz demektir.

Olan bitenin tam tersini ısrarla, inatla söylediğinizde, o doğruya dönüşmüyor.

Nazizm’in propaganda ustası Goebbels, “Siyasette ısrar ve tekrar esastır” diyordu; ama gerçeklerin de inatçı olduğunu biliyoruz.

Tek başına sözünüzün doğruluğu yeterli de olmayabiliyor. Ya sosyal olanı politikleştirme ya da politik olanı sosyalleştirme dışında bir seçenek yok.

Devletin Gücü

Geldiğimiz noktada devletin gücünü sınırlayacak mıyız yoksa artıracak mıyız tercihinin yol ayrımındayız. Devletin sosyal karakteri arttıkça baskıcı karakterinin azaldığı, sosyal tercihler geriye itildikçe baskıcı, ceberut yanının yükseldiğini biliyoruz. Sosyal harcamaları artırmadığınızda dünyanın her yerinde daha çok hapishane yapmaya başlıyorsunuz.

Tanınma ve bölüşüm politikaları birbirini tamamlıyor. Hem sömürüye hem de horlanmaya karşı tutum almak mümkün. Birinden birini tercih etmek durumunda değiliz. Bu yüzden anayasa tartışmalarında “bunca iktisadi sorun varken anayasanın sırası mı şimdi” diye ayak sürümek gerçekten abesle iştigal. Sosyal olanla siyasal olan birbirini tamamlayan süreçler.

Kuvvetler ayrılığı sadece yasama, yürütme ve yargı arasında değil; buna üniversite ve medyanın da güç odaklarından ve iktidardan bağımsızlaşmasını da ekleyebiliriz. Tabii bir diğer kuvvetler ayrılığı da, iktidar ve muhalefet arasında. Ve bunlar arasındaki durum da eşit ve simetrik değil.

Geçen seçimlerde Erdoğan’ın bir rahatsızlığı karşısında, yapacağı miting ve etkinlikler AK Parti yöneticileri yerine cumhurbaşkanı yardımcısına devredilmişti. Halbuki siyasi propaganda çalışmalarının, seçilmemiş, atanmış devlet görevlileri üzerinden yapılması kabul edilmemeli. Devletin siyasete talip olması demokratikleşmenin önündeki en büyük engeldir.

Muhalefete habire deniyor ki “Siz yargı mısınız ki insanları hapisten çıkaracağınızı söylüyorsunuz?” Anlaşılmayan konu şu, şahsa dayalı hukuk olmaz. Normal bir iktidar, sadece yargı bağımsızlığını ve hukuk teminatını güvence altına alır o kadar. Bu da insanların özgürleşmesi demektir zaten.

Anayasa Mahkemesi eski Başkanı Zühtü Arslan, gözünüzün içine baka baka tüm bu hukuk değerlerine vurgu yaparak, “Niye beğenmediğiniz yargı kararları karşısında bize hakaret ediyorsunuz?” sorusuyla bu durumu ifade etmişti. Normalleşme sağlanabilirse bu skandalların hiçbiri devam etmemeli.

Hukuku siyasete araç etme alışkanlığı, yani Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 18’inci maddesinin çiğnenmesi, artık tarihin çöp tenekesine atılmalı.

Kimse rehine olarak, pazarlık unsuru olarak zindanlarda tutulamaz. Erdoğan’ın “gereğini yaparız” yaklaşımına bir hukuk devletinde yer olamaz. Kimse savunma hakkı ihlal edilerek yıllarca hapiste tutulamaz. Selahattin Demirtaş, tam yedi yıl sonunda hakkındaki iddialara cevap verebilme imkânına kavuşabildi. Kaç kişi bunun farkında? Anaakım medyada kendi kanaatlerini kanıt gibi sunanlardan geçilmiyor.

Cizvitlerin, “Amacın güzelliği her türlü aracı meşru kılar” ilkesi artık işlememeli. Üstelik ortada güzel tek bir amaç da bulunmuyor.

Demokrasinin tarih öncesi dönemini yaşıyoruz ve bunu sonlandırmaya çok az zaman kaldı. Üstelik temsili demokrasiye olan tepki, onu aşmak yerine doğrudan siyasetin kendisine tepkiye de yönelebiliyor.

Siyasette süreklilik, deneyimlerin kurumsal hâle gelmesi ve bir kolektif hafıza oluşturulmasıdır ki arkamızdan gelen kuşaklar bizim yanlışlarımızı tekrarlamasın, doğruda ve güzelde buluşulabilsin.

Hayatta değişimi bazı değişmezlere göre saptıyoruz. Trenin gittiğini elektrik direklerinden anlamamız gibi.

İktidarın durumu da böyle, elektrik direkleri gibi bir değişmez olarak, hareket halindeki treni simgeleyen bugünkü siyasal değişimi daha iyi algılayabilmek ve bu dönemi geride bırakmak mümkün.

Dogmatik Uykudan Uyanmak

Fiziki uykudan uyanmak kadar kolay değildir dogmatik uykulardan uyanmak. Siyasi fanatizmin faturasını gençler, kadınlar, emekçiler ve sanatçılar ödedi, ödüyor.

İktidarıyla muhalefetiyle arpalık siyasetini, nemalanmaya dayalı politik alışkanlıkları sona erdirmek gerekiyor.

Kabile sadakatinin sonuna gelindi, hızla çözülme hâlindeler artık. Bireyin keşfi ve inşası birlikte yol alıyor.

Kötülük tek bir bahaneye bakar. Topluma, doğaya ve geleceğimize daha fazla kötülük edilmesine izin vermeyelim.

Seçmenin oy değiştirmeyi değil de, asıl var olan enkazın devamını risk olarak görmeye başlamasıyla, yeni bir başlangıca hep beraber merhaba diyebilmek mümkün. Sürüden kopanların buluşması gerekiyor; ama yeniden sürüleşmeden tabii ki.

Limbo dedikleri cennete girmeye hak kazanamayan; ama cehenneme gidecek bir suçu da olmayan ruhların durduğu yerde bulunuyoruz hep beraber. Bu araf durumunun sürdürülebilir bir yanı yok, bu belirsizlik hâli bir kâbusa dönüşebiliyor. Tepki göstermek her zaman bir hayat belirtisidir, tepkisellikten etkiselliğe geçmek eşik atlamak demek. Bugün dijital faşizmi eleştirenler, manuel olanına ses çıkarmayabiliyorlar.

Geçenlerde katıldığım bir televizyon programında, anayasal yurttaşlığın önemine vurgu yapan bir hukuk hocası bile, konu 2010 referandumuna gelince, en temel yurttaşlık hakkı olan seçimlerde tercihleri kendisinden farklı olanlardan hesap sorulup yargılanmasını isteyebildi, elimizdeki kumaş da bu. McCarthyciliğin sağı solu yok. 

Siyaseti sadece Erdoğan’a endeksli kurmanın getirdiği en büyük tuzak, diyelim, yargıyı cemaate teslim etti diye kızanların, sonra da de yargıyı cemaatten temizledi diye sevinip peşinden gitmeleri; bazı ulusalcı unsurların yaptığı gibi. Kendi kurucu siyasetiniz olmadığında bu gelgitler kaçınılmaz oluyor. 

Başkalarına göre kendinizi tanımladığınızda, aslında başkalarınca tanımlanmış oluyorsunuz. Tanımlayan tanımlananı içeriyor. Bu konforlu dünya kimisinin işine bile geliyor.

Mevlânâ, “Bir mum diğer mumu tutuşturduğunda ışığından bir şey kaybetmez” der. 

O yüzden gelin birbirimizin ışığı olalım. Ortak ışığımızla Türkiye’yi hep birlikte aydınlatalım.