Türkiye ‘Filistin davası’nın neresinde?

Bu yazımın başlığı, Türkiye’de toplumun her kesiminden herkesin sorması ve yanıtını araması gereken bir sorudan oluşuyor. Yazım aynı zamanda, her gün dinlediğimiz ‘Filistin davası’ meselesini duygusal, ideolojik ve siyasi bağnazlıktan arındırarak, konuyu derli toplu değerlendirmeyi hedefliyor. Sahiden, Türkiye ‘Filistin davası’nın neresinde duruyor?

Yazımın amacı ‘Filistin sorunu’nun tarihçesini anlatmak değil. Yalın ve anlaşılır şekilde bir analizi paylaşmaya çalışacağım.

Kısa bir hafıza tazeleme

Her yaştan meraklıları, bugün adı ‘İslam İş birliği Teşkilatı’na (İİT) çevrilen ‘İslam Konferansı Örgütü’nün (İKÖ) 1967 yılında Arapların hezimetiyle biten Arap-İsrail savaşının ardından kurulduğunu bilirler. Örgütün aslî amacının, ‘El-Kuds El-Şerif’ adıyla nitelenen ve savaşın sonunda Ürdün’ün kontrolündeki Batı Şeria birlikte tamamen İsrail’in işgali altına giren (Doğu) Kudüs’ün kurtarılması olduğunu da hatırlarlar. Bu dönem aynı zamanda El-Fetih’in hakim olduğu ‘Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) silahlı ulusal kurtuluş mücadelesine başladığı zaman dilimidir. İsrail’in kurulduğu dönemdeki ilk Arap-İsrail savaşında yaşanan 1948 sürgünüyle (‘El-Nakba’) Filistin’deki evlerinden dünyaya dağılan Filistin diasporasının beslediği FKÖ savaşçılarının Lübnan’da Bekaa Vadisi’ndeki kamplarda silahlı eğitime başladıkları dönem de aynıdır. Az bilinen bir konu, Türkiye’nin İsrail’i hemen kuruluşu esnasında (ABD ve Guatemala’nın ardından) tanıyan 3. sıradaki ülke olmasıdır. Kuşkusuz bu tutumu soğuk savaş koşullarında izlenen dış politikayla açıklamak isabetli olur. Eklenmesi gereken, Türkiye’nin dostane ikili ilişkilerine rağmen İsrail’in işgalini tanımadığı ve ‘Filistin davası’na sahip çıkmayı ihmal etmediğidir.

FKÖ’nün Türkiye’de büyük sempati topladığı, özellikle Türk solunun ‘Filistin davası’na sahip çıktığı, sol eğilimli pek çok kişinin Bekaa Vadisi’ndeki kamplarda FKÖ’yle dayanıştığı ayrı bir gerçektir. Bu dönemde Türkiye’nin mukaddesatçı, milliyetçi sağının ‘Filistin davası’na desteği söylemden eyleme geçmemiştir. Çünkü hem soğuk savaşın ideolojik kamplaşmasının tanımladığı ‘reelpolitik’ belirleyicidir, hem Türk sağı ümmetçi olmayan bir ulusal kurtuluş mücadelesine mesafelidir.

Türk sağının ‘Filistin davası’ndaki tutum değişikliği 1980 askeri darbesinin ardından, önce ‘Türk-İslam sentezi’nin, 2000’lerden sonra ise ‘yenilenmiş milli görüş’ ideolojisinin devlete ve toplumsal yapıya nüfuzuyla başlar. Aynı dönemde ümmetçi Müslüman Kardeşler’in (MK) himayesinde Gazze’de kurulan Hamas örgütü güçlenir. Hamas, Oslo-I ve II sürecinde FKÖ’yle çatışır. Ancak, Türkiye’nin dış politikası hala Filistin halkının tümünü gözeten, dengeli, adil ve kalıcı çözümü önceleyen zeminde tutulur.

BM’de bugün 145 ülkenin tanıdığı Filistin Devleti’ni, Türkiye de doğru bir kararla, 1988’de kurulmasının hemen ardından (ama ilk sırada değil) tanımıştır. İşte bu politika, ‘Filistin Devleti’nin temsiliyetinin ve kontrolünün Hamas’ın çizgisine girmesi gerektiği iddiasıyla AKP döneminde değişir. AKP iktidarıyla birlikte, Gazze’deki ‘demokratik’ seçimleri 2005’te kazanan ve İsrail’e karşı silahlı mücadeleyi savunan Hamas’ın resmen tanınması girişimleri başlar. Hamas siyasi bürosunu 2006’da Şam’a taşır. Türkiye’nin 2009’da Davos’taki ‘one minute’ çıkışı ve 2010’daki ‘Mavi Marmara’ olayı, MK ve Hamas çizgisiyle uyumlu gelişir. Artık, ‘Filistin davası’nın yerini MK ve Hamas’ın denetimindeki ‘Gazze davası’ almıştır. Türkiye’nin Arap-İslam alemiyle, dünyayla ve bölgesel dengelerle ayrışması da yine aynı dönemeçte somutlaşır. Eklemek gerekir ki, bu değişimle dış politika akılcılığını yitirir, kitlelerin hezeyanını körükleyen ve iç politikanın gayet kullanışlı bir aracı haline getirildiği popülist-İslamcı zemine yapışır.

‘Arap Baharı’yla canlanan Müslüman Kardeşler idealinin hüsranı

Dikkat edilirse, yukarıdaki olay dizini 2011’de Tunus’tan başlayarak Suriye’ye kadar ilerlerken, MK’in kontrolüne geçen ‘Arap Baharı’nın dinamikleriyle örtüşüyor. Nitekim, Hamas’ın siyasi bürosu 2012’de Şam’dan Doha’ya taşınır. Çünkü Suriye hükümetinin başı MK ayaklanmasıyla (ve Hamas’la) derttedir. MK’e açıkça destek veren iki ülkeyse sadece Türkiye ve Katar’dır. Arap ve Sünni olmayan, MK bağlantısı bulunmayan İran da İsrail karşıtı stratejik politikasıyla Hamas’ın önde gelen destekçisi olmuştur.

Şimdi, Türkiye ve Katar’ın desteklediği, İran’ın himaye ettiği Hamas’ın siyasi kanat yöneticiliğini Halit Meşal’den devralan İsmail Haniye’nin geçen ay Tahran’da öldürülmesiyle birlikte dengeler yeniden kuruluyor. Neler olduğuna bakalım: Hamas’ın 7 Ekim saldırısının ardından başlayan çatışma ortamında Türkiye kısa bir kararsızlık geçirdi. Ardından Hamas’ın yanında saf tutarken, Filistin için garantörlük iddiasını ortaya attı. Ancak, İsrail’le doğrudan ticaretini aylarca kesmedi. Resmi açıklamayla doğrudan ticareti kestikten sonra da serbest bölgeler, üçüncü ülkeler ve Filistin üzerinden ticaretin sürdüğünü düşündüren veriler ortada. Gazze’de topyekûn imha sürerken, Türkiye’nin gelişmelerdeki etkisi ve nüfuzu azaldı. Bölge dışı aktör Çin, 13 Filistinli grubu ‘ulusal birlik sağlanmaları’ için Pekin’de bir araya getirdi. Haniye öldürüldü, yerine Türkiye ve Katar’a yakın Meşal değil, silahlı mücadele yanlısı ve 7 Ekim saldırısının planlayıcısı, İran’ın yanaşması Yahya Sinvar seçildi. Artık Hamas’ın askeri ve sivil kanatları Gazze’de, İran çizgisindeler. Hamas’la İsrail arasındaki ateşkes görüşmelerini Türkiye’nin içinde olmadığı Katar, Mısır, ABD ekibi yürütüyor. Ama Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas’ın TBMM’nde karşısına konan Haniye’nin fotoğrafına bakarak konuşması, AKP hükümetinin hala ‘Filistin davası’nda durmak istediği yeri gösteriyor.

Sonuç yerine

Yeni koşullarda Türkiye’nin ‘Filistin davası’nda bölgesel ölçekte İran’la rekabet ederken, İsrail nezdinde nüfuzunun sınırlandığını, Arap-İslam alemiyle ve dünyayla yeniden buluşma çizgisine doğru ilerlediğini, bundan başka seçeneğinin kalmadığını söylemek mümkün. Günlük siyasetin ideolojik hamaseti hala devlete ve topluma ‘yenilenmiş milli görüş’ çizgisindeki MK taraftarı tutumu yegâne hakikatmiş gibi dayatıyor. Ama fiili çaresizlik ve seçeneksizlik aksini düşündürüyor. Öyle ki, ilk bakışta şaşırtıcı görünse de alıştığımız ‘pragmatik’ dönüşlerine yakında bir yenisini ekleyebilecek AKP iktidarı ‘Filistin davası’ndaki tutumunu yavaştan değiştirebilir. Mahmut Abbas’ın Batı’yla ve Arap-İslam alemiyle barışık ilişkileri bir yana, Çin’le münasebetlerinin ve Ankara’ya gelmeden Rusya’yı ziyaretinin anlamı üzerinde düşünmenin zamanı gelmiş olabilir. Kim bilir, belki de hükümetin zihnini şu anda meşgul eden asıl ve öncelikli soru, ‘Filistin davası’ ve Filistin halkının geleceğinden öte, savaşla harabeye dönen Gazze şeridinde başlatılacak büyük imar ve inşaat faaliyetinden kimlerin kazanç sağlayacağıdır. Karabağ, Libya ve Suriye gibi başka çatışma bölgelerinde inşaat rantına merakımız bu tahmini doğrulamıyor mu?