Geçen Cuma ailemle İstanbul dışına çıkıyorduk. Cuma namazını kılmak için güzergahımın üstündeki Erenköy-Zihni Paşa Camii’ne gittim. Doğal olarak niyetim farzı kılıp hemen yola devam etmekti. Camide inşaat vardı. Dışarıda iskele kurulmuştu. Buna rağmen avlu doluydu. Hasırını kapan avluya seriyordu.
Camiye geldiğimde genelde dönem etkisi itibarıyla gözlerim hep genç-orta yaş kuşağını arar. Sürpriz bir şekilde seküler görünümlü, arkalarından saçlarını top yapmış, yanında çocukları ile iki bey, aldıkları hasırdan bana yer açarak namazı kılmama yardımcı oldular. Hutbede hoca efendi farzdan hemen sonra adeta kimsenin ayrılmamasını telkin edercesine merhum İsmail Haniye için toplu cenaze namazı kılınacağını hatırlattı. Farz biter bitmez iskele kolonları arasından ayakkabılarımı alıp adım atmak için hamlemi yapmıştım ki yanda kendi seccadesi üzerinde namazını tamamlayan takkeli ve cüppeli bir adamcağız adeta elimi tutarcasına “dur daha cenaze namazı var bırakıp nereye gidiyorsun” deyiverdi. Ben de ayakkabılarımı giyerken kendisinin gözlerinin içine kararlı bakarak üç defa “yolcuyum-seferiyim” diye cevabımı verdim ve devam ettim.
Bilenler bilir; Zihni Paşa Camii’nin bir kapısı hem çarşı hem de Marmaray çıkışı ile iç içedir. Camiden çıkıp hızlandığınızda kendinizi yabancı dünyalara geçiş yapmış hissedersiniz. Camideki dünya ile dışardaki dünyanın tek bağlantısı camideki vaaza mecburen kulak kabartan Marmaray çıkışındaki mini şortlu bayan ve partnerlerinin oluşturduğu kümelerin yarı yabancı yarı da öfkeli bakışlarıydı. Hızla bu topluluğu yararak Marmaray alt geçidinden çocuk parkına ulaştığımdaki görüntü de kuşak farkı ve günlük hayatın koşturmacası dışında pek farklı değildi.
“Kuşakların Duygu ve İnançları Ne Kadar Ortak Olabilir”
Cami içinden arabama ulaşana kadar, “X, Y, Z ve Alfa kuşaklarının duygu ve inançlarının ne kadarı ortak olabilir” diye düşündüm. Biraz üzüldüm ve ürktüm. “Belki de bu bir çevrimsel döngüdür. Bu kadar açılan makas bir gün de daralır” diye ümitlenmek istedim.
Toplumsal, duygusal ve ideolojik yerli ve milli ayrışmanın son simgesi, Hamas lideri Haniye’nin bir kesimin gözünde şahadeti bir diğer kesimce de öldürülerek infâzı oldu. Ülkemizde seküler kesim başkalarının içişlerine karışmama ilkesinden ayrılmış, zikzaklı, popülist ve iç siyasete endeksli yeni dış politika ve onun güncel türev uygulamalarından oldukça rahatsız. Muhtemelen bunda Cumhuriyetin kurucularının çok acı Ortadoğu deneyimlerinin de rolü var. Düşünün, 4 Cumhurbaşkanımız Filistin cephesinde savaşmış, ikisi de esir düşmüş.
İşin aslına bakarsanız Osmanlı’da hedef hep Batı’ydı. Ortadoğu kutsal yerler dışında hiç öncelik değildi. Milli Görüş’ten itibaren Türkiye’deki siyasal İslamcılığın İslam dünyasına bakışı ve yönelişinin Osmanlı’nın bir dönem uyguladığı İslamcı dış siyaset realizmiyle pek ilişkisi olduğu da söylenemez. Osmanlı’da İslamcılık, Batı’da yetişmiş devlet adamı entelektüellerin sadece dönemsel bir dış diplomasi argümanıydı. Türkiye’deki İslamcılığın entelektüel İslamcılık ile ilişkisinin kalmadığını ve popülist-mahalle İslamcılığına dönüştüğünü söyleyebiliriz. İlgili iktidarların dış politikada uyguladığı İslamcılıkta yüzünün dışa dönük değil de mahalleye dönük olduğunu görebilmekteyiz.
“İslam Dünyası Fikrinin Siyasal Karşılığı Yok”
Kişisel görüşüm olarak halklar ve kültür bazında veya sokakta gerçekten bir İslam dünyası fikri hep olmuştur. Türkiye’deki popülist İslamcı siyasetin tartışmasız Müslüman halklar nezdinde, özellikle Filistin’de yaşayanlarda karşılığı vardır. Ancak İslam dünyası fikrinin siyasal ve ekonomik dayanışma açısından tarihte olduğu gibi bugün de de hiçbir karşılığı yoktur. Karşılığı olmayan bu siyasal gerçeğin ideolojik veya romantik olarak bir dış politika enstrümanı olarak kullanılması toplumun bir kesimini rahatsız etmekte diğer kesimini de radikalleştirerek kutuplaştırmaya yardımcı olmaktadır. Bu konuda Prof. Cemil Aydın’ın Alfa yayınlarından çıkan “İslam Dünyası Fikri” eserine göz atmanızı öneririm.
İsrail’in genişleme stratejisinin bölge ülkeleri kadar ülkemiz için de bir millî güvenlik tehdidi olduğu belirgindir. Ülkemizin bu doğrultuda uzun vadeli güvenlik yapılanmasına gitmesi gerektiği de açıktır. Türkiye’nin seküler kamuoyunun bu doğrultuda makulü değerlendireceğinden de şüphe yoktur. Siyasi karar alıcılar ne yazık ki Filistin siyasetlerini toplumda bir “rıza üretme” şeklinde değil de adeta bir yaşam tarzı dayatması şeklinde dikte etmektedirler. Son günlerde Instagram yasağı ve ilgili söylevler dahil bunun örneklerini sıkça yaşatmaktadır.
“Yaşam Tarzını Tehdit Algısı”
Yaşam tarzı dayatmasından doğan tehdit algısı burada, ortak kolektif bilinç üstünde belirleyicidir. Kim ne derse desin İmparatorluk bakiyesi Misak-ı Millî coğrafyasında bazı istisnalar hariç yüzler ve tarzlar toplumsalda Batı’ya dönüktür. Musul Araplarının, yaşam tarzı olarak Anadolu Türklerine ne kadar benzediği, Bağdat ve Basra Araplarından bile farklı olduklarını burada örnek olarak gözlemleyebilirsiniz. Burada kastedilen Fransız sosyolog Emanuel Todd’un Avrupa tarzı aile modelidir. Yani kabile veya birey üzerinden değil aile üzerinden otoriteyle ilişki kurma modeli. Tabi bunun ürettiği hukukun üstünlüğü ve refah gibi konular da var. Yukarıdaki örnekteki gibi Erenköy sokağındaki seküler insan, Ortadoğu yaşam veya ilişki tarzının zorla kendine satılması, başkalarının bedelini kendisine ödettirilmesi, bulaştırılması sinyallerinin artmasından doğan tedirginliği yaşıyor.
“Dış Siyasetin Sonuçları İzolasyonist Politikalara Rahmet Okutturuyor”
Hamas konusu 7 Ekim tartışmaları gözardı edilerek aceleye getirilmiştir. Hamas’ın karar mekanizmaları tam anlaşılamamıştır. Hamas’ı demokratik bir siyasi parti haline dönüştürebilmek, bunu kabul ettirmek ne kadar diplomatik başarıysa ülkemiz için 7 Ekim’in ardından Hamas’ı savunmak da o kadar riskli bir siyasettir. Konunun Hamas’ı savunmak değil Gazze katliamına ve asimetrik müdahaleye karşı çıkmak olduğu diplomaside ön plana çıkartılamamıştır. Gazze ve Hamas’ın aynı şeyler olup olmadığı işlevsel, ciddi bir tartışmanın konusudur. Ortaya çıkan sonuçlar haklı nedenlere dayansa da adeta İsmet İnönü’nün izolasyonist politikalarına rahmet okutturmaktadır. Bu dış siyaset başarısızlığının ardında, popülizm ile gerçek Osmanlı’yı idrak edebilecek entelektüel aklın ve geleneğin yoksunluğunun farkı mı belirleyici olmuştur, tam bilememekteyiz.
Bugün eğer Siyasal İslamcı siyaset, 21. Yüzyıl İslam dünyasında (tartışmalı) Osmanlı gibi bir düzen kuruculuk rolünü üstlenmek istiyorsa önce kendi ülkesinde rızaya dahil, adil, demokratik ve hukuka dayalı bir düzeni tesis edebilmelidir. Ayrıca bir gün idealist bir İslamcı siyaset bir dış politika enstrümanı olarak değerlendirilecekse öncelikle İslam dünyasının halkları ve sivil aktörler muhatap alınmalıdır. Bunların yöneticileri üstünde oluşturabileceği kamu baskısı değerlendirilebilmelidir.
Haniye yasının açtığı pencere bizlere, köklü devlet bürokrasisini ikna etmeden, fikri ve tecrübi altyapısı olmadan Ortadoğu siyasetine bulaşmanın maliyetlerini tekrar hatırlatmış oldu.