Niccolò Machiavelli’nin Prens (Il Principe, 1513) adlı eserinde dikkat çekici bir siyasal yaklaşım göze çarpar: Machiavelli, prensin zulüm ve yolsuzluğa başvurmasına koşullu bir hoşgörü göstermektedir. Ona göre siyasal iktidarın meşruiyet kaynağı ahlak değil, devletin bekasıdır. Ancak burada kritik bir ayrım yapar: Zulüm sürekli hale gelirse yıkıcıdır, fakat kısa süreli ve amaca yönelik olursa kabul edilebilir. Yolsuzluk ise bireysel araç olarak görülebilir, fakat kurumsallaştığında devleti çürütür.
Platon’un siyaset felsefesi ise ahlaki ideallere bağlı bir ütopyadır; Machiavelli’nin düşüncesi ise güç mücadelelerinin ortasında doğmuş realist bir siyaset kılavuzudur. Bir bakıma Platon, “nasıl olmalı?” sorusunu sorarken; Machiavelli, “nasıl oluyor ve nasıl tutulur?” sorusuna cevap arar.
Machiavelli’nin bu realizmi, günümüz Türk siyasetinde kararsız seçmenlerin tavırlarını anlamak için verimli bir perspektif sunmaktadır. Özellikle Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) neden kararsızları ikna edemediği sorusu, Machiavelli’nin siyasal pragmatizmiyle birlikte düşünüldüğünde daha anlaşılır hale gelecektir.
CHP ve kararsız seçmen gerçeği
Bugünlerde kamuoyu araştırmaları, kararsız seçmenlerin oranını hesaba katarak CHP’nin göreceli bir yükseliş içinde olduğunu iddia etmektedir. Ancak bu veriler, kararsız kategorisine dâhil edilen geniş seçmen kitlesinin aslında “mahcup” AK Parti ve MHP’lilerden oluştuğu gerçeğini çoğu kez göz ardı etmektedir. Dolayısıyla bu kitle, sandık başına gittiğinde büyük ölçüde eski partilerine yönelmekte, olası bir erken seçimin 2023 sonuçlarından çok da farklı olamayacağını da hepimize göstermekte.
Türkiye’de muhalefet krizi, muhalefetin kendisi tarafından da kabul edilmektedir. CHP’nin temel sorunu, yalnızca kararsız seçmeni ikna edememesi değil, aynı zamanda kendi tabanını bile gönüllü olarak mobilize edememesidir. Partinin aldığı oyların önemli bir kısmı, ayrımcılıktan ve adaletsizlikten bunalan müzmin seçmeninin “kerhen” verdiği oylardan ibaret gözükmektedir.
Türkiye’nin son 20 yıldaki dönüşümü
Türkiye’nin son 20 yılda bölgesel ölçekte ciddi bir büyüme ve prestij kazandığı da göz ardı edilmemelidir. Bunun arkasında, güney ve doğu sınırlarımızdaki fiili devletsizlik ortamı, Avrupa ile Rusya arasındaki vekalet savaşı ve Türkiye’nin savunma sanayiinde yaptığı yatırımların belirleyici etkisi vardır.
Bu durum, post emperyal travması eski günleri özlem şeklinde tecelli etmiş mahalleli olarak tanımlanan geniş muhafazakâr kesim açısından büyük bir övünç kaynağına dönüşmüştür. Geçmişte toplumun marjında kalan başörtülü kadınların ya da alt sınıfların, bugün ülkenin yeni elitleri arasında yer alması, karşılıklı bir “sosyal hesaplaşma” kaygısını da yaratmıştır. Tesettürlü bir gencin dizilerde ancak temizlikçi rolünden öteye geçemediği günlerden, bugün Körfez ülkelerinde danışmanlık yapan, yatırım projeleri geliştiren bir muhafazakâr genç elit kuşağa geçiş, sermayenin kısmen el değiştirmesi siyasetin toplumsal tabanını kökten değiştirmiştir.
Bu dönüşüm, yalnızca ekonomik değil, kültürel bir karşılık da bulmuştur. Körfez ülkelerinin sunduğu imkânlar, yeni bir Anglo-Sakson tarzı “muhafazakâr sekülarizm” olarak ortaya çıkarmaktadır. Körfez Arap sekülarizminin etkileri artık muhafazakar turizm tesislerinde görebilmekteyiz. Katar veya BAB gibi yerler Türkiye’deki muhafazakâr genç elitler için yeni bir “çekim merkezini” oluşturmaktadır.
CHP’nin ikna krizi
Bugün birçok genç elit, “Erdoğan liderliği olmasaydı Körfez dünyasıyla temas kuramazdık, CHP bu vizyona hiçbir zaman ulaşamaz” demektedir. Bu düşünce tarzı, Machiavelli’nin siyasal gerçekçiliğiyle bire bir örtüşmektedir: Yeni muhafazakâr elitler, demokrasi ve hukuk tartışmalarını geri planda bırakmakta, somut kazanımlarını öncelemektedir. Bazen hukukun üstünlüğü ise onlar için öfkeli sekülerlere verilmiş bir taviz gibi de algılanabilmektedir.
Böylesi bir bakış açısı, yalnızca yeni elit gençleri değil, Mahalleli alt sınıfları da etkilemektedir. Mahallenin yoksulları, kendilerine benzeyenlerin ülkenin yeni elitleri olmasından memnuniyet duymaktadır. Yeni sermaye sahipleri bazen de CHP’ye güvenmektense, iletişim kurabilecekleri yeni bir sağ siyasal odak arayışına girmektedirler.
Tarihsel miras ve CHP’nin ideolojik kısıtları
Türkiye’nin son 20 yılda artan uluslararası etkinliği, bir Osmanlı-İmparatorluk mirası üzerinden okunmaktadır. CHP ise Cumhuriyet devrimleriyle tanımlanmış bir ideolojik çerçeveden hareket ettiği için, Osmanlı emperyal mirasını sahiplenmede zorlanmaktadır. Bu nedenle muhafazakâr mahalle CHP’yi “yabancı” ve “beceriksiz” olarak algılamaktadır.
CHP’nin yapması gereken, kendi seküler ve mağdur tabanının tepkiselliğini aşarak, herkesi kapsayacak yeni bir fikri inşa etmektir. Ancak mevcut kadrolar, genç ve yeni olmalarına karşın bu kapasiteden ve niyetten çok uzaktır. Bu da CHP’nin kendi içinde seçilmiş büyükşehir belediye başkanlarını dahi bir arada tutamamasının nedenlerinden biri de olabilmektedir. Belki de CHP yerel seçilmişleri açısından kopma sorunun kaynağı yalnızca olası tutuklanma riskleri değil, partinin ortak bir ideal ve güven birliğini henüz inşa edememesidir.
Sonuç
Machiavelli’nin Prens’te ortaya koyduğu siyasal realizm, bugünkü Türk siyasetini anlamak açısından ufuk açıcıdır. CHP’nin kararsız seçmenleri ikna edememesinin temel nedeni, bu seçmen kitlesinin aslında “mahcup veya genç elit muhafazakârlar” olması ve CHP’nin onların çok yönlü statü kazanımlarını görememesiyle ilgilidir. CHP, Cumhuriyetçi mirasıyla Osmanlı-sonrası kimlik belirsizliği arasındaki gerilimi aşacak yeni bir vizyon veya fikri ortaya koyamadığı sürece, kararsızları ikna etmesi mümkün gözükmemektedir. Ayrıca CHP metodolojik olarak topyekün çürümeden kendini ayrıştırabilecek tutarlı bir anti tezi de üretme sorumluluğunu taşımaktadır.
Bu arada tüm bu çıkarsamalara, umursamazlıklara ve muhalefet tartışmalarına karşın ülkemizdeki zülüm ve yolsuzluk endekslerine uluslararası mukayeseli bakıldığında durumun Machiavelli’nin devlet bekası için koyduğu limitleri de çoktan aştığı, yıkıcı ve çürütücü boyutlara ulaştığını da ne yazık ki görebilmek mümkündür.
Belki de Temel’in tsunami fıkrası gibi hepimiz için asıl ürkütücü olan da budur.