Dünya, geleneksel güç dengeleriyle ve şiddet ile tanımlanan bir döneme geri süratle dönerken, ekonomiden askeri güce, bilim ve teknolojiden sanat ve kültüre, insan sermayesinin kalitesine kadar her alanda güçlü olmamız hayatı önem taşıyor.
Bu amaçla, iç sorunlarımızı ivedilikle çözmeli ve zayıf noktalarımızı güçlendirmeye odaklanmalıyız; değişen küresel dinamikleri ve aktörleri doğru bir şekilde okumalı ve kendimizi doğru ittifaklar ve ortaklıklar içinde akıllıca konumlandırmalıyız.
Retorik ve magafon diplomasisi
Retorik ve megafon diplomasisini çok seviyoruz ama o şekilde sadece belli bir yere kadar ilişkileri götürebiliriz.
Gerçek güç kaldıracı olmayanlar, büyük ihtimalle marjinalleşecek, parçalanacak veya yeni ortaya çıkan küresel düzende en alt sıralara itilecektir.
Acı bir gerçek olarak, acımasız bir dünya tarihine girdiğimizi ve sert gücün tam anlamıyla devrede olduğunu kabul etmeliyiz.
Böylesine bir dönüm noktasında, ulusal güvenlik çıkarlarımızı ve dünya sistemindeki yerimizi yeniden tanımlamak, mevcut ilişkilerimizi ve ittifaklarımızı gözden geçirmemizi ve büyük güçlerle yeni ortaklıklar kurmamızı gerektirmektedir—elbette kendi gücümüzü ne küçümseyerek ne de abartarak.
En önemlisi, coğrafyamızda istikrarlı ve müreffeh komşulara sahip olmayı önceliklendirmek. Onların durumu, bizim üzerimizde çok olumsuz yansımalar yaratıyor.
Aileler gibi, ülkeler de komşularını seçemez; hepimiz coğrafyanın mahkumuyuz. Ancak kontrol edebileceğimiz şey, nasıl bir arada var olacağımız ve ortak bir gelecek yaratma çabası. Hepimizin aynı gemide olduğunu da bilincimize yerleştirmek gerekiyor.
Lakin farklı algılar, tarihi yükler, çatışan ekonomik ve güvenlik çıkarlarıyla, komşularımızla bu ortak anlayışı sağlamak hiç kolay değil. Dahası, fundamentalizm, aşırılık, terör, tarihsel düşmanlıklar, otoriter yönetimler, yoksulluk, iklim değişikliği ve şu, gıda ve enerji üzerindeki çatışmalar, birlikte yaşamı oldukça zorlaştırıyor.
“Büyük Orta Doğu”: Bir vizyon mu, yoksa bir komplo mu?
Komşularımızın bize nasıl etkide bulunabileceğini anlamak için, yanıbaşımızdaki Irak ve Suriye’nin parçalanmasından kaynaklanan kendi ciddi iç sorunlarımıza bakmak yeterli.
Benzer şekilde, İran’ın, geniş bir şekilde spekülasyonu yapılan Azeri, Beluç, Peştun ve Kürt bölgelerine bölünmesi halinde, bölgede ve bizde on yıllarca sürecek eşi benzeri görülmemiş bir kaos ve felaketin tetikleneceğini de öngörmek zor değil.
Bölgenin haritasını yeniden çizmeye yönelik çabalar, sıklıkla “Büyük Orta Doğu” planı olarak adlandırılıyor hala. Bu, sanıldığının aksine, geçmişin bir kalıntısı değil, günümüzde de devam eden sistematik bir plan.
Ankara’da daha önce üst düzey diplomat olarak görev yapmış, Britanya’dan önde gelen bir figürün bana Londra’da, “Türkiye ve bölgeyi sadece bugünün prizmasından değil, 25-30 yıl sonraki olası senaryolar ışığında değerlendiriyoruz.” demesini iyi hatırlıyorum.
Böylesine uzun vadeli bir stratejinin arkasında “üst bir zeka,” küresel efendiler, bir Yahudi komplosu veya istihbarat servisleri olup olmadığı çok önemli değil.
Ancak, NATO’da, OECD’de, Başbakanlıkta, dış işlerinde, çok uluslu şirketlerde, düşünce kuruluşlarında ve Washington, Pekin, Dubai, Berlin ve Moskova gibi başkentlerde çalışmalarım sayesinde uluslararası ilişkilerde hiçbir şeyin tesadüfen gelişmediğini veya olayların doğal akışına bırakılmadığını öğrendiğimi söylemekle yetineyim.
Düşmanları belirlemek
Bölge, tam bir yamalı bohça. Mısır, Ürdün, Fas ve birçok Körfez ülkesi, büyük ölçüde ABD desteğine bağımlı, Çin de giderek etkisini artırmaya başlamasına rağmen. İsrail ile yaşanan gerginliklere rağmen, bu ülkeler hala Tel Aviv ile barış anlaşmalarını sürdürmektedir. Körfez ülkeleri, yakın zamanda Abraham Anlaşmaları aracılığıyla İsrail ile ilişkilerini normalleştirdiler; Gazze’deki çatışmalar ve Filistinlilerin karşılaştığı insanı krizlere rağmen anlaşmalara bağlılıkları sarsılmadı.
Buna karşın, Türkiye’nin Filistinlilere verdiği destek, birçok Arap ülkesinden çok daha güçlü, hatta İsrail ve Batı ile ilişkilerinde olduğu gibi kendi çıkarlarına zarar verme noktasına geldi. Dünya haritasına baktığımızda, komşularımız açısından en talihsiz ülkelerden biri olduğumuzu görüyoruz. Krizler peş peşe geliyor; bir kriz sona ererken diğeri başlıyor.
Ukrayna ve Gürcistan’ın bazı bölgelerinin işgali ve ilhaki, Ermenistan tarafından Azerbaycan’ın önemli bir kısmının yakın zamana kadar işgali, NATO’nun Montrö Sözleşmesi’ne aykırı olarak Karadeniz’e girmeye yönelik çabaları ve artan terörizmle birlikte Suriye, Afganistan ve Afrika’dan gelen göçmen akını, bizim için ciddi tehditler oluşturuyor.
Sürekli tetikte olmayı gerektiren bir dönem
Ne yazık ki, daha iyi günler umudu gittikçe sönmektedir.
Güneydoğu Avrupa, Orta Asya ve Doğu Akdeniz’deki sorunları veya Güney Çin Denizi, Arktık, Kızıldeniz ve Afrika’daki ek jeopolitik gerilimleri düşündüğümüzde, herhangi bir yeni kıvılcım, daha büyük bölgesel savaşlara yol açabilir.
Ayrıca, NATO Genel Sekreteri, üçüncü bir dünya savaşının patlak verme olasılığından bahsetti, son Washington zirvesi deklarasyonunda Rusya ve Çin (İran ve Kuzey Kore ile birlikte) düşman olarak nitelendirildi.
Bazı ülkeler, hadlerini aşarak, Türkiye’nin bu ilan edilen ikisi komşu “düşman” devletlerle yakın ilişkileri nedeniyle NATO’dan çıkarılmasını bile öneriyorlar.
Sürekli tetikte olmayı gerektiren kritik gelişmelere tanıklık ettiğimiz bir döneme giriyoruz.
Küresel ekonomideki korumacı, yaptırımcı ve milliyetçi dalgalar, küreselleşmeyi geriye çeviriyor, ekonomik araçlar ve ileri düzey yapay zeka teknolojisi ülkeleri zayıflatmak için etkili bir şekilde kullanılıyor. Asımetrik savaşın kazananı hiç belli olmuyor.
Stratejik komşular
Hangi pencereden bakarsanız bakın, kara ve deniz komşularımız—Rusya, Ukrayna, Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan, İran, Suriye, Irak, Güney Kıbrıs, Yunanistan, Libya, Mısır, Bulgaristan ve Romanya—güvenliğimiz ve refahımız üzerinde derin bir etkiye sahip.
Bu nedenle, bu ülkelere yönelik stratejilerimiz, dış politika, güvenlik ve ekonomik girişimlerimizde en yüksek önceliğe sahip olmalı.
Komşularımızla ihtilafları çözmek—su an için çözülemeyecek olanları bir kenara bırakmak—zor zamanlarında fırsatçı davranmadan onlara her türlü desteği sağlamak, ve asgari ortak zeminler bulup bir bölgesel güvenlik sistemi kurmak gün geçtikçe daha önemli hale geliyor. Sadece NATO, Rusya ve Çin’e güvenmek, bölgede herhangi bir ulus için yeterli değil artık.
Bu yeni kurulacak bölgesel düzen, sınırlar ötesinde güven inşa etmeye dayalı olmalı ve kuşkusuz, girişimcilerimize ekonomik fırsatlar, savunma sanayimize ivme ve yüksek riskler nedeniyle bizden uzak duran yabancı ekonomik aktörlerin geri dönmesini sağlayacak ek faydalar getirmeli.
Irak ile geliştirilmekte olan kalkınma yolu projesi, bu bağlamda dikkate değer bir örnek.
Suriye’yi yeniden inşa etmek
Su anda, en olumsuz etkilenen ve etkileyen komşumuz olan Suriye’ye odaklanmalıyız. Parçalanmış, harabe halindeki ve yabancı işgali altındaki Suriye’yi yeniden inşa etmek, nüfusunun önemli bir kısmı kaçmışken, elbette zorlu ama imkânsiz değil.
Bugün Türkiye ile el sıkışmaktan bile kaçınan Esad rejimi, haklı olarak toprak bütünlüğü ve egemenlikten bahsetmekte ve yabancı güçlerin geri çekilmesini talep etmektedir. Ancak gerçekte, topraklarının yüzde 30’undan azını kontrol etmekte; diğer bölgeler ise Ruslar, İranlılar ve Amerikalılar tarafından kontrol altında tutuluyor.
İsrail, Golan Tepeleri’ni sadece ilhak etmekle kalmadı, aynı zamanda Suriye’de istediği zaman nokta askeri operasyonlar gerçekleştiriyor. Tel Aviv’deki bazı stratejistlerin, Türk sınırına yakın Kürtlerin yoğun yaşadığı petrol ve gaz sahalarına doğru bir koridor açmayı düşündüğünü hayretle okumaktayız. Irak’ın özerk Kürt yönetim bölgesinde zaten çok güçlü bir İsrail mevcudiyeti var.
Suriye’yi güçlendirmek, ancak toprak bütünlüğünün, egemenliğin, doğal kaynaklar üzerindeki kontrolün sağlanması, savaşın yıktığı altyapının yeniden inşa edilmesi, kaçan nüfusun geri dönmesi için koşulların yaratılması ve Kürtler de dahil olmak üzere tüm aktörlerle iç siyasi uzlaşma sağlanmasıyla mümkün olacak, kuşkusuz.
Çin için rol var mı?
Bu, bir gecede olacak bir şey değil.
Türkiye’nin bu çabaya özlü katkısı doğal, ancak dünyanın en büyük Suriye mülteci akınına ev sahipliği yaptıktan sonra bu ağır yükü de tek başına taşıması pratik olarak imkânsiz.
Türkiye böyle bir rol üstlenmeye çalışsa bile, ne Suriye, ne Arap dünyası, ne de Rusya veya İran buna müsaade edecektir. Zayıf bir Suriye isteyen İsrail, Türkiye’nin orada güçlenmesini engellemek için her türlü çabayı gösterecektir.
Mevcut durum, Rusya ve ABD için faydalıdır; Körfez ülkeleri ise mali destek sağlayabilir.
Batı, bu ülkenin çöküşünü hızlandırdıktan sonra “dürüst arabulucu” ya da “oyun değiştirici” rolü oynayamıyorken, pek az seçenek var. Güçlü ekonomik gücü ve büyüyen bölgesel çıkarları olan görece tarafsız bir ülke olan Çin’in, Suriye’de liderlik rolünü üstlenmesi talep edilebilir.
Kısa süre önce, Çin, İran ile Suudi Arabistan arasındaki yakınlaşmaya zemin hazırladı ve Pekin’de 14 savaştaki Filistinli örgütü uzlaştırdı. Belki de gelecekte Rusya ile Ukrayna arasında barış sağlama rolünü üstlenecek.
İsrail ile dengeli ilişkiler
İster onaylayın, ister yerin dibine batırın; İsrail, günümüzde hem askeri hem de ekonomik açıdan bölgemizde neredeyse bir süper güç gibi davranmaktadır.
Kendisine yönelik ulusal güvenlik risklerini öne sürerek, bölgedeki tüm ülkelere karşı gizli askeri ve istihbarat operasyonları yapmaktan çekinmiyor. Merhamet göstermiyor, korku salıyor. İran gibi ülkelerin, İsrail’e karşı gerçekleştirilen misillemeleri etkisiz kalıyor, çoğu zaman yüksek teknoloji duvarına çarpıyor.
Askeri kapasitesi, bölgedeki ülkelerin önünde, bazı alanlarda ise bizden bile üstün. Bu nedenle, İsrail’in gücünü nüfusunun İstanbul’un yarısından az olmasıyla değerlendirmek yanıltıcı. Unutmayın, İsrail, 470 milyonluk Arap dünyasını yıllardır diken üstünde tutmaktadır. F-22 Raptor savaş uçakları, bizim edinemediğimiz F-35’ler, Merkava tankları, Apache helikopterleri, nükleer füze fırlatabilen denizaltılar, 400’den fazla nükleer başlık ve güçlü bir hava savunma sistemi ile dolu envanteri. Kim bilir, belki de bizim bilmediğimiz başka ne imkânlara sahip?
Savunma sistemlerimizin modernizasyonu ve MOSSAD ile MİT arasındaki örnek istihbarat iş birliğini içeren ortaklığımız, artık öngörülebilir gelecekte tekrar dilemez; zira İsrail, Türkiye’yi bir tehdit olarak görüyor, Ankara da onu. Bu yüzden her iki ülke de farklı güvenlik stratejileri geliştirmektedir.
Erdoğan ile Netanyahu arasındaki kimyanın işlememesi nedeniyle, güvensizlik bireylerden ülkelere yayıldı şimdi; güvenilir alternatiflerin de ufukta görünmemesi nedeniyle kimileri sürpriz bir çatışmanın patlak vermesi ihtimalini bile dillendiriyor.
Pragmatik bir yaklaşım
İsrail için de, bölgedeki en büyük ve en güçlü ülkeyi düşman olarak algılamak, maliyetli bir macera ve büyük bir hata.
Görüşmeler için fırsatın henüz kaçmadığına inanıyorum. Tarihsel bağlarımız, diğer komşulara kıyasla göreceli olarak güçlü güvenlik ilişkilerimiz, karşılıklı ticaret ve yatırım çıkarlarımız ve ortak menfaatlerimiz göz önünde bulundurulduğunda, sürekli çatışma, düşmanlık, megafon diplomasisi ve hatta askeri seçenekler üzerinden konuşmak, bu iki ulusun geleceğini karartır.
“Kazan-kazan” perspektifine dayalı, Türkiye ve İsrail’in Körfez ülkeleriyle birlikte sağlam bir ekonomik ve güvenlik üçgeni oluşturduğu, bölgesel kalkınmaya önemli katkılarda bulunduğu ve ABD, Çin ve AB’nin önemli zorluklarla karşılaştığı bir dünyada dengeli bir güç olarak hareket ettiği olası bir senaryoyu hayal ediyorum.
Her iki tarafın da birbirinin kaygılarına saygı gösterdiği, güçlerini doğru bir şekilde değerlendirdiği 25 yıllık bir sağlam vizyonu yakın gelecekte hayata geçirebileceğini düşünüyorum. Aksi takdirde, Türkiye’nin, İsrail’in ve bölgedeki diğer ülkelerin uzun yıllar boyunca huzur bulamayacaklarından kuşkunuz olmasın.
Ankara İsrail’i nasıl görmeli?
Bana sorarsanız, Gazze’deki insanlık dışı eylemleri haricinde bir çok ortak stratejik menfaatimiz olan İsrail’i bir kalemde silip “düşman” kategorisine yazmak, Türkiye için yeni bir cephe açmak, zaten vahim güvenlik riskleriyle çevrili, iç etnik, sosyal, dini ve siyasi kırılmalar yaşayan ve kırılgan bir ekonomiyle mücadele eden bir ülke için hiç akıllıca değil. İsrail için de bölgedeki en büyük ve en güçlü ülkeyi düşman olarak algılamak ağır maliyetli bir macera ve büyük bir hata olacaktır.
Diyalog için fırsatın henüz kaçmadığına inanıyorum. Tarihimizde diğer komşularımıza kıyasla nispeten güçlü ilişkilerimiz, karşılıklı ticaret ve yatırım çıkarlarımız ve diğer ortak menfaatlerimiz göz önüne alındığında, sürekli çatışma, düşmanlık, megafon diplomasisi ve hatta askeri seçenekler, bu iki ulusun geleceğini tanımlamak zorunda değil.
Ankara’nın, İsrail ile ilişkileri onarırken aynı zamanda Filistin davasına desteği güçlendiren bir ikili strateji başlatması düşünülmeli. Ankara ve Tel Aviv konuşmadan Filistinlilerin güvenli geleceğine nasıl katkı yapılabilir ki?
Türkiye ve İsrail’in aralarındaki coğrafyada yer alan ülkeler ve Körfez ülkeleriyle güçlü bir ekonomik ve güvenlik üçgeni oluşturabileceği, bölgesel kalkınmaya önemli katkılarda bulunabileceği ve ABD, Çin ve AB’nin büyük zorluklarla karşılaştığı bir dünyada dengeleyici bir güç olarak hareket edebileceği makul bir senaryo hayal ediyorum.
Bu senaryo, elbette Filistinlilerin hakları ve özgürlükleri pahasına olmadan, 25 yıla yayılabilecek bir vizyon olarak geliştirilebilir.
Her iki tarafın da birbirinin kaygılarına saygı göstermesi, güçlerini doğru bir şekilde değerlendirmesi ve bu vizyonu yakın gelecekte hayata geçirmesi mümkün.
Bunu başaramazsak, emin olun ki ne Türkiye, ne İsrail ne de bölgedeki diğer ülkeler gelecek yıllarda huzur bulacaktır.