Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın geçtiğimiz hafta CHP lideri Özgür Özel’e cevaben dile getirdiği “Ümmeti savunmak suç mu?” sorusu, sadece bir retorik değil. Türkiye’nin dış politika vizyonu ile iç politika dengesi arasındaki çatışmalı alanları da gün yüzüne çıkarıyor.
Bu söz, bir yandan Erdoğan’ın İslam dünyasında giderek güçlenen duygusal liderliğinin altını çizerken; diğer yandan Türkiye’nin laik, demokratik ve ulus-devlet kimliğiyle çelişen bir siyasi yönelimin de sinyalini veriyor.
Türkiye, gerçekten “ümmetin hamisi” olabilir mi? Bu iddia, ekonomik, toplumsal ve stratejik temellere dayanıyor mu? Yoksa iç politikada tükenen millî bir hikâyenin yerini, dışarıdan beslenen yeni bir “ümmet hikâyesi” mi alıyor?
Erdoğan: hangi sokakların sevgilisi?
Bugün Kahire’nin arka sokaklarında, Karaçi’nin pazarlarında, Dakka’da, Marakeş’te, Gazze’de, Cakarta’da Erdoğan ismi, bir siyasi liderden çok bir sembol.
Türk olduğunuzu söylediğinizde, size “Erdoğan iyi adam”, “Erdoğan Müslümanların sesi” gibi ifadelerle tebessüm ediliyor. Özellikle Batı’ya kafa tutabilen, Filistin’de dik durabilen, cami açılışlarında gözyaşı dökebilen bir lider imajı, İslam dünyasının kalbinde yer buluyor.
Bununla birlikte bu sempatinin büyük kısmı duygusal ve yüzeysel.
Ne bu ülkelerle Türkiye arasında sağlam ekonomik ve kültürel bağlar var, ne de kurumsallaşmış stratejik ittifaklar. Dolayısıyla “ümmetin lideri” olarak görülen Erdoğan’ın kişisel popülaritesi, devlet düzeyinde bir yön değişikliğine meşruiyet sağlayacak sağlamlıktan uzak.
Gönülleri kazanmak yetmiyor
Türkiye, 1,4 trilyon dolarlık milli geliriyle Endonezya’dan sonra İslam ülkeleri içinde ikinci büyük ekonomi. Nüfus açısından sekizinci. Ancak hâlâ yüksek enflasyon, cari açık, düşük teknoloji üretimi, eğitim kalitesi sorunu ve hukuk güvenliği eksikliği gibi yapısal problemleri var.
İslam dünyasına liderlik sadece retorikle, dini motiflerle ya da sokak sevgisiyle değil; ekonomik çekim merkezi olmakla mümkün.
ABD’nin Körfez’de, Çin’in Afrika’da etkili olmasının nedeni, ideolojiden ziyade finans, teknoloji ve güvenlik katkılarıdır. Türkiye bu alanlarda hâlâ “umut veren ülke” pozisyonunda ama henüz “lokomotif” değil.
Ümmet hayali, devlet gerçeğiyle çelişiyor
Ümmetin birliği fikri; mezhebi, etnik, kültürel farklılıkları eriten bir dini birliktelik iddiasıdır. Ancak Türkiye Cumhuriyeti, tam da bu farklılıkları kapsayıcı ve eşit yurttaşlık temelli laik bir düzenle aşmıştır.
Ümmeti merkezine alan siyaset, Türkiye’yi hem içeride hem dışarıda kırılganlaştırır. İçeride laik–muhafazakâr kutuplaşmasını artırır. Kürt meselesini etnik değil ümmet eksenli tanımlamak, çözüm değil daha büyük sorunlara kapı aralar.
Dışarıda ise Türkiye’yi, Gazze’de asker göndermek, Sudan’daki darbeye müdahil olmak, Afganistan’daki rejimi meşrulaştırmak, Çin’i Uygurlar konusunda zorlamak gibi misyonlara sürükler. Oysa dış politika, duyguyla değil stratejiyle yapılır. Ümmet eksenli dış politika Türkiye’nin sınırlı stratejik kaynaklarını dağıtarak etkisizleştirir. Eldekini kaybettirir.
Kadınlar ümmetin sessiz parçası olamaz
Bugün İslam dünyasının en zayıf halkası, 1 milyar nüfuslu kadınların ekonomik, siyasi ve sosyal hayattan dışlanmasıdır.
Kadınların eğitime erişimi, kamusal alanda temsili, karar alma mekanizmalarına katılımı oldukça düşüktür. Bu tablo, yalnızca insani değil, aynı zamanda kalkınma açısından da ciddi bir sorun.
Türkiye, bu alanda daha ileride olmakla birlikte, son yıllarda geri adımlar atmaya başladı. İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması, yargıda kadın hakları karşıtı kararlar, kadın cinayetleri ve kamuda muhafazakâr baskılar, Türkiye’nin “model ülke” iddiasını zayıflatıyor.
Oysa eğer Türkiye gerçekten ümmete ilham olacaksa, bunu kadınları güçlendirerek, çağdaş eğitimi yaygınlaştırarak, demokrasiyi, bilim ve sanatı güçlendirerek yapmalıdır.
Hangi İslam ümmeti?
Bugün dünyada 2 milyardan fazla Müslüman yaşıyor. Ancak bu sayı, tek başına birlik anlamına gelmiyor.
İslam dünyası; mezhep çatışmaları, etnik ayrışmalar, siyasal rejim farklılıkları ve dış müdahalelerle parçalanmış durumda. Endonezya ile Suudi Arabistan, İran ile Fas, Pakistan ile Senegal aynı tarihsel belleği ya da dünya görüşünü paylaşmıyor.
Üstelik “ümmet adına” ortaya çıkan radikal örgütler—El Kaide, DAEŞ, Boko Haram—ümmeti temsil etmekten çok, Müslüman kanı dökerek bu kavramı itibarsızlaştırdı. Dolayısıyla bugün ümmetten çok, parçalı ve kendi içine kapanık İslam halkaları mevcut. Görünür gelecekte toparlanması da olası değil.
Altın çağı geride mi kaldı?
8.–14. yüzyıllar arasında İslam medeniyeti Bağdat, Şam, Kurtuba, Buhara gibi merkezlerden dünyaya ışık saçtı. El-Harezmi matematiği kurdu. İbn Sina tıp biliminin temellerini attı. Farabi düşünceyi Batı’ya taşıdı. Gazali, İbn Rüşd, Biruni gibi düşünürler yalnızca İslam dünyasını değil, Rönesans Avrupası’nı da etkiledi.
Ancak bugün bu mirasın temsilcileri savaş, cehalet, rüşvet, şiddet ve otoriterlik içinde kıvranıyor. Türkiye, bu mirası yeniden canlandırmak istiyorsa; ilham verecek şekilde aklı, bilimi, kadını, özgürlüğü, sanatı ve eğitimi merkeze almalıdır.
Cumhuriyet engel değil rehberdir
Cumhurbaşkanı Erdoğan’a İslam dünyasında sokağın duyduğu sempati bir gerçek. Şimdiye dek belki kurtuluş ve kuruluş döneminde Mustafa Kemal Atatürk dışında başka bir Türk liderine yönelik görüşmemiş bir muhabbet ve saygı var. Ancak bu sevgi, Türkiye’nin iç mimarisini ümmet temelli dönüştürmek için kullanılmamalı.
Tam tersine, Türkiye’nin ümmet, ümitlendirmesinin yegâne yolu, kendi içinde adaleti, liyakati, dünya şampiyonlar liginde rekabeti, inovasyonu, eğitimi ve özgürlükleri inşa etmesidir.
Yani Cumhuriyet’i savunmak, ümmete ihanet değil; ona örnek olmaktır.
Dinsel slogan temelli birliktelikler yerine, hukukun üstünlüğü, ekonomik kalkınma ve insani gelişme temelinde bir liderlik anlayışı benimsenmelidir.
Ümmeti savunmak mı Cumhuriyeti yaşatmak mı?
Bu ikilemin cevabı basit değil. Ancak uzun vadeli bakıldığında şunu görmek gerekiyor: Türkiye, ancak güçlü bir cumhuriyet olarak ümmete rehber olabilir. Kendi içini düzene koymadan ve daha da yükselmeden başkalarına rehberlik edemez.
Ve eğer bu rehberliği kaybedersek; yalnız Türkiye değil, İslam dünyası da kaybedecektir. Onun için bu yazının başlığındaki sorunun yanıtı “Cumhuriyeti yaşatmak, insanlarını muasır medeniyet seviyesinin üzerine taşımak” olarak verilmelidir.