SBK anlatmak istiyor

Paris’te birkaç gazeteci ile birlikte olimpiyatların açılış törenini izlemeye çalışıyoruz.

Giderek şiddetini arttıran yağmurdan çoğunluk iliklerine kadar ıslanmış vaziyette.

Törendeki etkinlikler kentin dört bir yanına dağılmış ve bilet alıp, açılışı izlemeye gelenlerin gördüğü tek şey, önlerindeki mavnalara doldurulmuş en az onlar kadar ıslanmış sporcuların Seine üzerinde önlerinden geçişi.

Gerisini sağa sola serpiştirilmiş ekranlardan izlemeye çalışıyorlar ama gerçekteki olaylar ile ekranlara yansıyanlar senkronize olmadığı için ondan da pek bir anlaşılmıyor.

Bizim bulunduğumuz yer ise nispeten büyük şemsiyelerle korunaklı olduğu ve sürekli bir içki ve yemek servisi yapıldığı, daha da önemlisi tuvaleti de bulunduğu için daha tahammül edilebilir yer.

Benim de solumda Sözcü TV Genel Müdürü Alişar Delek, sağımda Now Haber Genel Yayın Yönetmeni Doğan Şentürk bir yandan açılışı izlemeye çalışıyor, bir yandan muhabbet ediyoruz.

O sırada telefonuma yabancı bir ülkeye ait tanımadığım bir numaradan mesajlar gelmeye başlıyor.

Mesajların sahibini Whatsapp fotoğrafına bakınca anlıyorum.

Ünlü SBK.

Yani Sezgin Baran Korkmaz.

Türkiye’den gittikten sonra Avusturya’da gözaltına alınan, ABD ve Türkiye’nin iade talepleri sonrası ABD’ye iade edilen ve orada “sahte belgelerle ABD devletini soymak” olarak özetleyebileceğimiz bir suçtan ötürü ABD’li ortakları ile birlikte yargılanan ve serbest bırakılan Sezgin Baran Korkmaz.

Korkmaz benimle ikinci kez temas kuruyor.

Hiç karşı karşıya gelmediğim ve hiç elini sıkmadığım SBK, Avusturya’da iken beni aramış ve Veyis Ateş’in Türkiye’de hakkındaki tutuklama kararını kaldırtmak için kendisinden 10 milyon dolar rüşvet istediğini söylemişti.

Ben de bunu yazmıştım ve bu yazı Veyis Ateş’in din dersi öğretmenliğinden geçiş yaptığı medyadaki varlığının sonu olmuştu.

Sezgin Baran Korkmaz bu kez benimle bir görüşme yapmak istiyordu.

Arzusu, benimle bir program yapmaktı.

Bir süre önce şans eseri süsü verilerek CNN Türk ekranlarına çıkarılmıştı ve daha sonra bunun organize bir iş olduğu anlaşılmıştı.

Dahası, birkaç zamandır ortalıkta bir liste dolaşıyordu ve bu listede Sezgin Baran Korkmaz’ın Türkiye’deki imajını düzeltmek için kullanabileceği gazetecilerin de isimleri ve bu işin bedeli de yer alıyordu.

Tüm bunları bildiğim için görüşme talebine çok da olumlu yaklaşamadım.

Gazeteci olarak konu ilgimi çekse de, kirli gazetecilerle iş tutma anlayışı nedeniyle Korkmaz ile aynı kareye girmek istemiyordum.

Ve niye onca gazete, gazeteci varken benimle görüşmek istiyordu.

Yanıtladı.

Bir üst düzey medya yöneticisi “Altaylı ile görüş. Ona anlat derdini. Onun satın alınamayacağını herkes bilir.” demişti.

“Niye o medyada bir yayın değil de, ben” diye sordum.

Bunun net yanıtı yoktu ama RTÜK korkusu da etkenlerden biriydi.

“Bir şartla sizinle görüşürüm” dedim.

“Eğer Türkiye’de parasal ilişkide olduğunuz gazetecilerin isimlerini açıklar ve otelinizde aylarca misafir ettiğiniz gazeteci ve siyasetçilerin isimlerini kamuoyu ile paylaşırsanız görüşebiliriz” dedim.

“Sizinle yapacağımız görüşmede tüm bunları ve fazlasını açıklamaya hazırım” dedi.

Bir yandan gazeteci olarak çok istediğim bir yayın olur.

Diğer yandan mesele o kadar pis ve kirli ki, elim ayağım kirli görünür diye çekiniyorum.

Yine de dürüst açıklamalar yapacağından emin olsam her şeyi göze alırım da, emin olamıyorum.

Acaba bu görüşmeyi yapmalı mıyım!

Tüm bu sohbeti kaybolan mesaj modunda yapmış olması da midemi bulandırmıyor değil.


Arap ve İran okullarından ne haber Bakan Bey

Milli Eğitim Bakanı, Fransız Büyükelçiliği’ne ait okulların ya Bakanlığın müfredatındaki şartlara uymasını ya da Türk öğrenci kabul etmemesini istiyor, biliyorsunuz.

Okulda Türk öğrenci olarak AKP’li yönetici ve bakanların, AKP destekçisi Nagehan Alçı gibi “yerli ve milli” tiplerin de çocukları okuyor.

Sizin benim çocuklarımı İmam Hatiplere yollamaya çalışanlar, kendi çocuklarını milli eğitimden kurtarmaya çalışıyorlar.

Sözde yerli ve millilerin bu iki yüzlülüğü bir yana, ben prensip olarak Bakan’ı haklı bulduğumu yazdım.

Ama bir şeyi yazmayı unuttum.

Bakanlık koltuğuna oturtulmuş Yusuf Tekin kim, prensip sahibi olmak kim!

Niye mi!

Basit.

Fransız ve Almanların yani Batılıların bu tip okullarına karşı çıkıp, milli eğitim müfredatına dahil etmek isteyen bu sözde bakan, kendini Türk milli eğitiminin dışında tutan başka okullara, kendi meşrebine uygun gördüğü için gıkını çıkarmıyor.

Mesela Arap okullarına.

Timur Soykan’ın daha önce gündeme getirdiği İhsan Okulları var. Sahibinin ÖSO’nun önde gelenlerinden biri olduğu belirtilen ve Türk müfredatına tabii olmayan bu okulların durumu ne!

Avrupalı okulları denetlemek isteyen Yusuf Efendi bu okulları denetliyor mu!

Benzer bir şekilde Arap kültürü yayma görevini üstlendiğini gizlemeyen Rawdah Koleji var.

Bu okul Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı mı, denetleniyor mu!

İran’ın İstanbul Konsolosluğu’na bağlı bir İran okulu var.

Aynı Fransız okulları gibi.

Bildiğimiz kadarı ile bu İran okulu da Türk Caferi öğrencileri kabul ediyor.

Bu okul Türk müfredatına uygun mu! Fransız ve Alman okullarından istenenler bu okullardan da talep ediliyor mu!

Biliyoruz ki edilmiyor.

Çünkü mesele Türkiye’nin egemenliği falan değil.

Mesela Bakan’ın meşrebi.

Meşrebine uyarsa ne yasa, ne egemenlik ne de Türkiye’nin geleceği.

Ne diyeyim size.

Edeceğim bedduaya bile değmezsiniz.


Yağmurlu bir gündü

Olimpiyatların açılış töreninin çok kötü olduğunu sosyal medyada yazınca ekran başında izleyenler kızdı.

Kimi “Vallahi televizyonda çok güzeldi, siz orada görememişsiniz” diyerek kibarca fikrini belirtti, kimi ise hakaret dolu yanıtlar verdi.

Sosyal medyadaki bu pislikleri çözemedim.

Ben burada sevmediğim tipleri asla izlemiyorum.

Bunlar hem izleyip hem de şikayet ediyorlar.

Herif diyor ki, “Her yerde sana maruz kalmak zorunda mıyım?”

Ama bana maruz kalmak için her türlü sosyal medyada beni takibe almış.

Ne diyeceksin zeka yoksununa. Engellemekle yetiniyorum. Maruz kalmasın diye.

Neyse dönelim açılışa.

Belli ki, mavna üzerinde yoğun yağmur altında 45 dakika seyahat etmek zorunda kalan sporcuların çilesi ekrana yansımamış.

Ama dün jimnastik müsabakaları öncesi konuştuğum milli takım yöneticileri tedirgindi.

“Çocuklar sırılsıklam oldu. Donlarına kadar ıslandılar. Soğuktan adaleleri kasılsa, biraz nezle olsalar, zaten milimetrik performans farklarına göre sonucun belirlendiği dallarda ciddi sıkıntı olur” dediler.

Ve sonra müsabakalar başladı.

Ve çok umutlu olduğumuz bu dalda takım halinde 9. olarak, ilk 8’in kaldığı finallere kalamadık. Aradaki fark 0,2 puandı üstelik.

Adem Asil’in kendisini olimpiyat birinciliğine taşıyan atlayışı iptal edilmese finallerdeydik zannederim. O da çok üzüldü, ağladı.  

Canları sağ olsun.

En azından iki jimnastikçimiz finallerde yarışacak.

Bu arada jimnastik müsabakalarını izlemeye İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu da geldi.

Ama gazetecilere pek yüz vermedi, uzaktan selam vererek birkaç metre ötemizdeki yerine oturdu.

Sabah programlarında sizlerle beraber olmak için, bugün dönüyorum.

Ama kalbimiz sporcularımızla Paris’te.

Boksör kızlarımızdan, güreşçilerimizden ve Mete Gazoz’dan umutluyuz.

Voleybolcu kızlarımız ise kazansalar da kaybetseler de onlar her zaman yüzümüzün akı.

Ama keşke pis takım ve taraftarlık muhabbetlerinin mezesi yapılmasalardı.

Etkilenmemiş olmaları mümkün değil.


NE ZAMAN İNSAN OLURUZ?

Milli takım fanatik fanatikliğine kurban edilmediği zaman.