Türkiye’de -aslına bakarsanız dünyada da- 90’lı yıllar, “ilginç zamanlardı”. Meşhur Çin bedduasında olduğu gibi “ilginç” günlerde yaşamak, büyük bir hareketliliğin içinde olmaktı, belki öğreticiydi ama daha çok yıpratıcıydı. Bazı etkilerin sızılarını hâlâ hissediyoruz. O yılları -olup bitenin farkında olarak- yaşayanlar artık konuşması bile istenmeyen “yaşlılar”. Yaşananları her yönüyle idrak etmiş olanlar ise daha küçük bir azınlık. Pop retro dalgasına ise hiç bakmayın. Bugünün meselelerinin çoğunun mayasını, filizini, tohumunu o senelerde bulmak mümkün. Dünya soğuk savaşın sonuna gelip bütün dengenin yeniden şekilleneceği bir aşamaya girerken Türkiye, öncü ülke olarak, siyasi merkezin çökerek değiştiği tuhaf siyasi süreçleri test ediyordu. O yılların çok boyutlu siyasi karmaşasının içinde en sık kullanılan başlıklar, “yeni oluşum” veya değişim haberlerinden çıkıyordu. Solda da girişimler, hareketlilik oluyordu ama “sağda yeni oluşum” meselesi, yeni partiler, lider adayları, ittifak veya ayrılma hamleleri,neredeyse aylık periyotlarla gündeme taşınıyordu. Kıdemli Ankara gazetecilerinin en yoğun mesaisi buydu. Böyle haberlerin kahramanı da müşterisi de boldu.
Pek çok dinamik, aynı anda ve yıkıcı biçimde devredeydi ama kimsenin kontrolünde değildi. Rüzgarlar sert esiyordu ama çok sorunlu yelkenlere doluyordu. Siyasetin merkezinde yer alan kurumsal partiler, hem kendi krizlerine hem de memleketin ekonomik-sosyal-siyasal krizlerine cevap üretemez haldeydi. İstikrar iddialı ekonomik ve siyasi modeller, istikrarsızlık üreten asıl kaynak haline gelmişti. Devlet, önce Kürt politikası, ardından 28 Şubat gibi travmatik müdahaleler ve bunlara eşlik eden siyasi mühendislik faaliyetleriyle tüm gücüyle devredeydi. Agresif dizayn hamlelerine rağmen -belki de böyle olsun diye- belirsizlik tavan yapmıştı. Eskiden on yıllık dönemler halinde çalıştırılan ayar düğmelerine peş peşe basılıyordu. Medya ve ondan takip ettikleri paralel evrende yaşayanlar ise bambaşka bir pop rüzgarına kapılmıştı. Diğer yandan herkes kendi popunu üretiyor ve araba arkasındaki çıkartmalara indirgenmiş bir siyasi görünürlük mücadelesi sürüyordu. Bir şeylerin artık eskisi gibi gitmeyeceği açıkça görülüyordu ama gelen konusunda bir uzlaşı ortaya çıkmamıştı ve mücadele çok sertti. Yön belirlemek, yer tutmak hiç kolay değildi. Hareketliliği yaratan biraz da bu köşe kapmacaydı.
Yerleri tartışmasız görülen, sağın efsane siyasi aktörleri Demirel, Erbakan, Türkeş için ayrı ayrı “sonrası” (veliaht) tartışmaları açıldı. Demirel’in temsil ettiği merkez sağ, bir “sonra formülü” bulamadı ama Türkeş ve Erbakan’ın yerine geçenler, 25 senedir yeni siyasi dengeyi belirliyor. Şimdi de 90’lı yıllardaki gibi, “bir şeylerin sonrası” senaryoları, yeni oluşumlar ve temayüz eden lider adaylarına ilişkin kulisler fazla popüler. Gayri nizami siyasetin tüm imkanları devrede, güç sahiplerinin manipülasyonları ve kimi zaman kendini gösteren ama daha çok kapalı yürütülen ciddi kapışmalar hakkında acayip söylentiler dolaşıyor. Aslında yine “ilginçlik” mahsulü bir karmaşa ve ağır “belirsizlik” hakim. Dünyanın nereye gideceği hiç belli değil. Olmayan, yürümeyen ve doğal olarak “gitmekte” olanla ilgili alametler belirmiş durumda. Gelmekte olana dair ise yüksek yatırımlar ve farklı tevatürler mevcut. Fakat hadisenin, mevcudun revizyonuyla mı yoksa daha açık bir değişimle mi olacağı hala meçhul. İşte bu karmaşa, hem tedirginlikleri hem hevesleri tetikliyor.
Türkiye’deki durum açısından mevcudun revizyonu veya 31 Mart sonrasında sık sık dile getirilen değişiklik iddialarının saltanatı çabuk kırıldı. 2023 seçimi öncesinde başlayan ve son birkaç haftaya kadar hâlâ dolaşımda olan teze göre, iktidar cephesinde çok şaşırtıcı değişimler olabilirdi hatta artık zaruret halini almıştı. Erdoğan’ı değişim denkleminden çıkaran ve merkeze yerleştiren daha spesifik iddialar da vardı: “Reis çok ciddi değişiklikler yapacak”. “MHP’yi sırtından atması an meselesi”. Erdoğan, değişim olarak Murat Kurum’u tekrar şehircilik bakanı yaptı. Parti işlerini kongreye erteledi. Mevcudun Erdoğan’ı dahil ederek bir revizyon (değişiklik bile) yapması zaten mümkün değildi. Erdoğan’ı dışarda bırakacak formule de zaten mevcudun revizyonu denilemezdi. Dolayısıyla Erdoğan ve rolü ile yenilenme ve değişiklik (yumuşama-normalleşme) arasındaki ilişki tam oksimoron. Çünkü sistem (veya rejim) değişikliği denilen garabet, herkesle yürüyebilecek bir yöntem değil, kişiselleştirilmiş bir siyasi proje. İktidarın ilk 10 yılında bitmiş hikayeyi bu kadar uzatabildiğine göre de başarılı bir proje. Proje tıkanmış olabilir ama kimsenin elinde daha iyisi yok.
2023 seçimi öncesinde muhalefet bir sistem tartışması açmaya çalışmıştı. “Güçlendirilmiş parlamenter sistem” önerisi, alternatif olmanın ana taşıyıcısı yapılmak istendi. Şimdi ise muhalefetin böyle bir gündemi yok (hatta tek adamla müzakere en cazip siyasi faaliyet). İktidarın da yok ama “Erdoğan’ın iktidarda kalma formülü” olarak bazı değişiklikler düşündüğü ısıtılıp ısıtılıp gündeme giriyor. Neticede kişiye özel ve iktidarın ömrünü uzatmak için hazırlanmış bir proje, kısa olmayan bir süre için başımıza kalmış görünüyor. Hatta rasyonel bazı gerekçeler ileri sürerek bunun daha iyi olduğunu söyleyen muhalifler de var: “Bunlar gitsin, daha kötüsü olamaz” ya da “parlamenter sistemde kazanamayız” veya “tahribat o kadar büyük ki, ancak merkezileşmiş olağanüstü yetkilerle halledilebilir”. Ancak tıkanmanın en önemli unsurlarından birini, yani yönetim modelini içermeyen bir “değişimin” neye benzeyeceğini kimse anlatmıyor, kimsenin üzerine düşündüğü de yok gibi. Bu arada, Özgür Özel CHP’sinin “normalleşme” ile iktidar ittifakını çatlatma ve Erdoğan meşruiyetinden faydalanma stratejisi de ilk ivmeyi epey kaybetmiş görünüyor. Fakat yerine geçecek yeni stratejinin işaretlerini de göremiyoruz. Galiba, iktidar için henüz en kötüsünün gerçekleşmediği inancı epey sağlam. İktidar cenahında ise en kötünün geçmek üzere olduğu düşüncesi hakim. Hareketten bereket çıkmadığını hatırlatan 90’lı yıllar, nereden aklıma geldi ki?