Muhalefet kamuoyundaki büyük kalabalık, bir süredir hayranlık verici bir itiraz performansı gösteriyor. Meydanları dolduruyor, hiç beklenmedik yerlerde sahneye çıkıyor. Korku duvarlarının -her anlamda- yakıldığını, sokakların hareketlendiğini görüyoruz. Hem kurumsal muhalefet/siyaset sokak fobisini attı, hem insanlar baskı ve yıldırma politikalarına yüksek direnç kazandı. Bir zamanlar çok kullanılan “algı yaratma” işi de fena halde tavsamış durumda. İktidarın rıza üretme kapasitesi yerlerde ama artık bir süre önce biraz işleyen rakipleri hakkındaki negatif iddialarının inandırıcılığı da ağır zafiyet geçiriyor. Ruşen Çakır’ın İzmir Mitingi sonrasındaki gözlemlerini aktardığı yayında söylediği gibi, partileri aşan bir toplumsal hareketlilik ve motivasyon ortaya çıktığı da söylenebilir.
Umutsuzluğun gerekçesi yapılan gençlerin, artık umut kaynağı sayılmaya başlamasını da unutmayalım. Bunlara ek olarak ve bütün bu olumlu havanın devamında etkili olan siyaset tarzı değişimini de not edelim. Daha önce de birkaç yazıda değindiğim üzere hadise, büyük buluşlar, kuvvetli sözler üretilmesinden ziyade, aşağıdan kopup gelen rüzgara direnmek yerine, sadece uymak. Bildik ezberlere müracaat etmemek, bazen kışkırtıcı olan tazyiklerin gazına gelmemek, kestirme genellemelerden kaçınmak, birilerini peşin ve kolay reaksiyonlara kurban vermemek gibi akıllıca işler yapılıyor. Siyasi iletişim, siyasi pazarlama işlerine fazla prim vermeyince, toplumsal dinamikler ile siyasal süreçler kendi yordamınca buluşabiliyormuş işte. Güzel bir ahenk tutturabiliyor üstelik.
Kim nereye kadar geriledi?
Bütün bunlar gayet olumlu gelişmeler ve Türkiye’nin en kötü zamanlarında hep bir yerlerden çıkıp gelen refleksin yine canlandığını görmek güzel. Bu konuda herkesin birbirini övmesinde, alkışlamasında hatta bunu biraz abartmasında hiçbir sorun yok. Direnç, cesaret ve kararlılık da elbette iltifata tabidir. Fakat böyle zamanlarda, bu canlı iklimin ciddi bir yan etkisi hemen kendini gösteriyor: Hissetmeye başladığını hakikatin tamamı olarak görmek istemek; başka bir şeyi duymaya veya düşünmeye hiç tahammül göstermemek hatta düşmanca tutum sayıp konuşmaya çalışanlara saldırmak. “19 Mart darbe girişimini püskürttük” sözü, başarı (sonuç) açlığı çeken kalabalıkların motive tutulması için çok lüzumluydu. Ancak müdahale edilmesi, püskürtülmesi, geriletilmesi ve yenilmesi gereken pek çok şey yerli yerinde duruyor.
Geçtiğimiz haftaların olaylarına bir bakalım. 19 Mart ile hızlanan İmamoğlu soruşturmaları dalgalar halinde ve çemberi genişleterek devam ediyor. Belediye bürokratlarında daha alt seviyelere inilirken, irtibatlı insan profilinde yukarı seviyelere doğru çıkma eğilimi görülüyor. Gözaltı kalabalığının, etkin pişmanlık zorlamasıyla itirafçı olmasına çalışıldığı anlaşılıyor. Fiilen belediye çalışamaz hale itiliyor. Kuşatma ve kumpasın medyaya yayılmak istendiği “haberleri” gündeme geliyor. İmamoğlu’nun önce sosyal medya erişimi engellenmeye çalışılmıştı, şimdi sesi ve resimleri yasak kapsamına alınıyor. İktidar sadece İmamoğlu soruşturmasıyla yetinmeyip çeşitli alanlarda hukuksuz baskısını sürdürüyor. Müvekkilini ziyarete gider avukatı gözaltına almak, istenen ifadeyi vermeyeni mahkum etmek, tutukluğu ceza uygulamasına çevirmek gibi.
“Bunlar” neyin peşinde?
19 Mart’ın da devamı sayılabilecek bu hamleler, iktidar çevresindeki ısrar lobisinin (Turp ile Şalgam ekibinin) hâlâ baskın olduğunu gösteriyor. Zaten boş olması yanında, büyük bir medyatik kampanyaya rağmen inandırıcı olamayan soruşturma dosyasına malzeme temin etmek, bu olmazsa vazgeçilmeyeceğini göstermek bir başka neden. İki aydır direnci ve kararlılığı bir türlü kırılmayan itiraz potansiyelini, bir tür “Çin işkencesiyle” yıldırmak da hesapların içindedir muhtemelen. Bu arada, bu soruşturma mücavir alanında iktidar içi kanat ve ekip rekabetinin işaretlerini veren gelişmeler hayli arttı. Diğer taraftan, İmamoğlu’nu yalnızlaştırmak hatta muhalefeti “onsuz” bir alana çekme isteği hiç saklanmıyor hatta ilan ediliyor. Bu konuyla bağlantılı olarak, olağanüstü kurultay sonrası rafa kalktığı düşünülen “CHP Kongre Soruşturması” yeniden canlanıyor “haberlerine” de dikkat çekmek gerek.
Son günlerde iktidar medyasının konuk portföyündeki “muhalif” yorumcular, kongre soruşturması kulislerini hızlandırdı. Mahkemeden “mutlak butlan” (geçerli sayılmaması) gibi bir hüküm çıkması, CHP’nin Özel’den önceki yönetime geri dönmesi demek. Böyle bir ihtimal, il kongrelerini de içereceği için bir süre yönetim karışıklığı ve “duraklama” anlamına gelecek. Kılıçdaroğlu ve ekibinin, hiç izah edemeyecekleri biçimde bunun üzerine yatması belki en küçük ihtimal. Ancak böyle bir olasılığa karşı daha şimdiden açık bir irade beyanı -daha önce adı kayyım olarak dolaşıma sokulan Hikmet Çetin’in yaptığı gibi- mevcut duruma dokunulmayacağı şeklinde peşin tavır açıklanması, hem şık hem de doğru olan. Çünkü tıpkı geç gelen adaletin adalet olmadığı gibi, geç gelen tavır da tavır değildir aslında. Önleyici veya ön alıcı tavır ise gecikmeye hiç gelmez.
“Farklı gündem” arayışları
İktidarın “diğer gündem” arayışlarında ise Bahçeli ve Erdoğan, kendi önceliklerine göre farklı önerilerle pozisyon arayışında. Bahçeli, başından itibaren sürükleyicisi olduğu ve genel gidişatı, takvimi ve aşamalarını belirlediği ve büyük ölçüde uygulattığı süreç için, meclis komisyonu önerisiyle yeni bir hedef koydu. DEM partiden ve İYİP dışında neredeyse bütün partilerden olumlu tepki aldı. Fakat Erdoğan, Macaristan dönüşü uçakta yaptığı açıklamalarda, süreci değil anayasayı öne çıkaran bir karşı cevap geliştirdi. Üstelik Erdoğan açıklamasına “benim bir daha seçilme derdin yok” gibi tuhaf bir cümleyi yerleştirdi. Bunu neden yaptığı ve neyi murat ettiği üzerine çok spekülasyon yapılabilir elbette ama Bahçeli’nin gayet hızlı biçimde verdiği tepkiden bazı sonuçlar çıkarmak mümkün. Bahçeli’nin, 50+1 tartışmalarında ve 2023’te Erdoğan’ın “son kez” sözleri sonrasında yaptığını çıkışları hatırlamak gerek.
“Bahçeli’nin iktidara mahkumiyeti” ezberi, muhalefet çevrelerinde büyük bir imanla tekrar ediliyor. Kronoloji ve pek çok gelişme, bu değerlendirmeyi ağır sakatlıyor olsa bile bu açıklama biçimi çok sevildi ve kolaylığından vazgeçilmek istenmiyorlar. Bu hadise de, “iktidara mecburiyet” yüzünden Erdoğan’ın paçasına yapışmak diye yorumlanacaktır. Ancak bence durum daha önceki olaylarda da olduğu gibi tam tersi olabilir. Yani Erdoğan’ın Bahçeli’ye ve onun çizdiği rotaya sadakat mecburiyeti ve bunun gayet diplomatik övgülerle (nazikçe) hatırlatılmasıyla çok daha ilgili gibi. Neticede uzun vadeli idari, siyasi ve toplumsal tasarım olarak “süreç” mi belirleyici olacak, yoksa daha kısa erimli pragmatik ihtiyaçların ve daha görünür menfaatlerin baskın olacağı anayasa mı? 19 Mart “Turp zorlaması” bu denkleme nasıl yerleşecek? Belki de kriz, zaten bu meselelerin birbiriyle nasıl bağlanacağıyla ya da ilişkilendirileceğiyle ilgili.
Muhalefetin imkânları ve riskleri
19 Mart, “Terörsüz Türkiye” ve Anayasa olmak üzere, kimi zaman birbiri içine giren kimi zaman birbiri aleyhine sonuçlar veren, ağırlıkları ve aktörleri değişen üç ayrı sürecin etkisi altındayız. Bazen aynı yöne esiyor gibi olan, bazen birbirinin tam aksi yönde esebilen ve dolayısıyla hava boşlukları yaratabilecek bir atmosfer bu. 19 Mart sürecinde siyaset profesyonellerin yanında toplumsal dinamikler de belirleyici özne olarak öne çıktı. Hamleler iktidar ve yargıdan geliyor, cevabını ise kimi zaman siyasetle buluşarak ama bağımsız olarak lafı olan toplumsal muhalefetten geliyor. Bahçeli’nin sürükleyicisi olduğu “süreç” ise baştan itibaren toplumdan hatta seçilmiş aktörler dışında siyasetten bile uzakta kotarılıyordu. Kendi menzili ve takvimi içinde bir şekilde ilerliyor şimdilik. Anayasa meselesi ise hep rezervde tutulan ama daha çok pazarlık masalarının konusu olarak ele alınan bir geçmişe sahip. Erdoğan’ın çıkışında örtülü biçimde 19 Mart süreciyle bir negatif ilişki kurulması iması seziliyor. Şimdi bütün bu süreçlerin ve aktörlerinin gündem hegemonyası için girdikleri ya da girecekleri çetin mücadelenin arifesindeyiz. Belki de kavga çoktan başladı.
İktidar tarafında bu süreçlerin hangi kanatlar tarafından nasıl ele alındığı ve aralarındaki fark ve gerilimler konusunda net bilgilere sahip değiliz. Ancak oralarda bir şeyler döndüğünü düşündürecek çok sayıda gösterge mevcut. Muhalefet tarafında ise 19 Mart ve Bahçeli sürecini, tamamen iktidarın hareket sahasına bırakma yanlışına düşülmedi. Kurumsal muhalefet alandan elini çekip sadece tepki odağı olarak kalmamakla birlikte, bu süreçleri alternatif bir rotaya itme konusunda ise hâlâ bazı eksiklerle malul. Anayasa meselesindeki ilk tepkilerde ise Erdoğan’ı -o her ne ise- kendi oyununda yalnız bırakma yaklaşımı baskın görünüyor. Bu mesele, gündemin sahibi olarak Erdoğan’ın öne çıkması dolayısıyla, müzakere-mücadele ayrımında daha net bir tutumu zorluyor. Fakat önümüzdeki günlerde, ayrı ritimde ve ayrı kulvarda akan süreçlerin daha fazla ilişkileneceği düşünülünce; müzakere imkansızlıklarının veya reddinin, ya mücadelenin yükselmesi ya da alternatif müzakere açılmasıyla tahkim edilmesi gerekecek. Bunlar üzerine yeterince kafa yorulmazsa, elde “ne güzel direnmiştik ama” nostaljisiyle kalma ihtimali var. Yine tutamadım kötümserliğimi. Yine Ruşen fanı annemden fırça yiyeceğim.