Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Erdoğan, Türkiye’nin güncel birinci partisi CHP Genel Başkanı ve anamuhalefet lideri Özgür Özel’in Şam’a giderek Suriye Cumhurbaşkanı Esat’la görüşme hazırlığında olduğunu açıklaması üzerine veya bu açıklamanın etkisiyle olacak, bu konuda siyasal hamle üstünlüğünü eline almaya çalıştı. Kendinin de yeniden “Sayın Esat” olarak muhatap aldığı Suriyeli mevkidaşıyla temasa hazır olduğunu belirtti.
Suriye tarafından da, resmi sızıntılarla ve Esat’ın kendi ağzından, her iki temas teklifine de kapı kapatılmadı. Bu gelişmenin büyük ölçüde Putin Rusya’sının Esat’ın gırtlağından aşağıya ön koşul sürmeden Erdoğan’la görüşmeyi kabul etmeyi itelemesiyle gerçekleştiği izlenimi egemen ve bence de bu izlenim gerçekçi hatta geçerli. Esat da “ön koşul” ileri sürmek yerine olası karşılıklı görüşmenin hangi çerçevede, ne üzerine ve nereye varmak üzere yapılacağını ortaya koyarak Putin’in baskısına razı geldiğini gösterdi. Yani hariciyeci ağzıyla Esat “modaliteyi” belirlemiş oldu.
Gerek Özel, gerek Özel’in hamlesini karşılıksız bırakamayan, onu görmezden gelemeyen Erdoğan’ın çıkışlarının ardında da temel itici etmen olarak ülkemizdeki sığınmacı sorununun artık taşınılamaz, gözardı edilemez yakıcılığa gelmesi var. Sığınmacı sorunu yalnızca ekonomik yük ve toplumsal gerilim yönleriyle değil devlet veya iktidar içindeki güç çekişmelerinin de alanına dönüştü, dolayısıyla başlıca ulusal güvenlik meselesi halini de aldı.
Herhalde bir gizli itici etmenin de sokak ağzıyla “kasa boşken, dayılanma marjının daralması” olduğu ifade edilebilir. Yani ne içeride ne dışarıda “otoriter pazarlık” mümkün artık. Ancak Avrupa Birliği’nden (AB) kopartılacak birkaç milyar avro “sus parası” için bir pazarlık yürütülebilir. Bu bakımdan Türkiye Cumhuriyeti cumhurbaşkanının kendi ülkesini enkaza çevirmiş ve yüzbinlerce yurttaşının da kanına girmiş diktatör komşusundan “ricacı” konuma düşmesi hepimiz için onur kırıcı olmalı.
Özel açısındansa, hele şimdi Erdoğan’ı öne itebildiğini göstermişken, tasarlanan ziyaretin ve görüşmenin siyasal getirisinin ne olacağı ve zamanlamasının doğruluğu iyice ölçülmeli bence. Hele tasarlanan Suriye seferinin işlevinin “Erdoğan için arabuluculuk yapmak” olarak belirlenmemesinde yine bence yarar var. Özel’in kendi kalkıp Şam’a gitmek yerine, buradan Türkiye’nin Suriye politikalarını sorgulaması ve bunları değişmeye zorlamasının daha yerinde olacağını düşünürüm.
Erdoğan’ın ve/veya Özel’in Esat’la görüşme olasılığının güçlenmesi, ne olursa olsun Erdoğan’ın attığı her adıma, ağzından çıkan her söze “hüloğğğ” diye ayakta alkışlarla yaklaşan saray dalkavuğu kisveli çanakçı medya bir yana “muhalif” kanattan da pek çok uzmanın görüş bildirmesine yol açtı. Bu yazının da esasen konusu sözkonusu uzmanların yaklaşımlarındaki bence temel yanlışlığa dikkat çekmek. Bence o temel hata, iktidarın ve Erdoğan’ın Suriye politikalarında “akıl aramak” ve akıl arayarak özel olarak bu politikalara ve genel olarak dış politika ve ulusal güvenlik politikaları toplamına ister istemez “meşruiyet” sağlamak.
Çünkü böyle yapıldığında eleştiri mantığı, akademik keskinlik (“rigeur cartésienne” belki) ve disiplin ölçütlerine uymak kaygısıyla ve olanın, olagelenin içinden çıktığı ortama da denge ve tarafsızlık uğruna “agnostik” kalarak kuruluyor. Bu biçimde ortaya konan eleştiriler belki hamasetten uzak duruyor, belki bir uluslararası derginin makale standartlarını karşılıyor, belki muteber bir üniversitenin tez jürisinin beğenisini kazanacak yapıda oluyor, belki bir düşünce kuruluşunca düzenlenecek panelde kullanılabilecek nitelikte kabul edilebilir oluyor. Fakat siyasal olmuyor ve korkarım gerçeği de ıskalıyor, amaç bu olmasa da minareyi çalana entelektüel kılıf biçiyor. Bir bakıma bu politikaları aklıyor, onların sağlamasını yapıyor. Hatta istem dışı bunlara ortak oluyor.
“Nas var nas!” diye haykırıp, faizi düşürüp enflasyonu patlatmak; Vaşington’daki 75. NATO zirvesine giderken MSB Güler’in Politico’ya Erdoğan’ın Newsweek’e verdiği söyleşiler, dönüşte uçakta Erdoğan’ın bodoslamadan “Batı” eleştirileri; durduk yere S400 alıp kendimizi F-35 üretim zinciri paydaşlığından attırıp F-16 için yalvar yakar duruma düşmek; AİHM, AYM vb. hiçbir hak hukuk tanımadan Demirtaş ve Kavala’da simgeleşen isimleri zindanlarda siyasal rehine olarak tutmak; Naci İnci’yi BÜ’ye rektör atayıp bu nadide üniversitemizi mahvetmek; depreme verilemeyen ve verilen tepki vb. vb. hepimizin bildiği tutarsızlıkları, vurdumduymazlıkları, ceberrutlukları bilip, görüp, alt alta yazabilip de, sonra dönüp iktidarın 2011’den bu yana Suriye politikalarında hangi “hesap hatalarını” yaptığı üzerinde durmak bu bakımdan yanlış.
Zira ortada hesap, kitap, mantık yoktu, hiç olmadı. Hatta daha ileri gideyim: Ankara’nın bir Suriye politikası da yok, yoktu ve hiçbir zaman olmadı. Zira hevesler, hırslar, ergenlik hülyaları, refleksif tepkiler bir stratejiye, anlamlı bir politikalar bütününe tekabül etmez. Karar alıcıların hiçbirinin yaklaşımında bir “hesap hatası” olduğu iddia edilemez, zira hiçbiri hiçbir zaman herhangi bir hesap yapmadı. Hesap bildiklerini dahi sanmam zaten. Hurafeyi hafıza yerine koydular. Kurguları gerçeklere dayanmıyordu, dolayısıyla doğruyu bulmalarına olanak da yoktu. Doğruya ya tesadüfen rastlayabilirlerdi, ya zorla doğruya sevk edilebilirlerdi.
Sözü edilen karar alıcılar arasından İslamcılar konuya Sünnicilik, Müslüman Kardeşler, Alevi boyunduruğuna karşı çıkmak, Arap Aleviliği alerjisi, anti-laiklik perspektifinden yaklaştı. Neo-Osmanlıcılar konuya “iki sarhoşun yanlış uyguladığı misak-ı milliyi” geri kazanmak için girdi. Ulusalcılar ABD varlığını Irak’tan sonra diğer güney komşumuz Suriye’den zorla çıkarmayı yahut hiç yoktan onun karşısına çıkmayı önceledi. Güvenlikçiler, hangi hastalıkla karşılaşsa “önce şekeri kes” diyen bir hekim gibi, “teröristana karşı tampon bölge” aşkıyla cepheye koştu. Bildiğini, düşündüğünü söyleyemeyen, konuş(a)mayan bürokrasi* de tüm bu çapaçulluğa sessizliğiyle, sesinin cılız çıkmasıyla çanak tuttu.
Hepsinden önce akılda tutulması gerekense Suriye’ye doğrudan askeri müdahalelerin 15 Temmuz 2016’daki başarısız darbe girişiminin hemen ardından başladığı gerçeği. Ekim 2014’te “düştü düşecek” denilerek IŞİD muhasarasındaki Kobane’nin imdadına yetişmemekse, ihtişamda (!) ancak S400 almakla karşılaştırılabilecek tarihsel ölçekte bir ıska oldu. Hatta onun öncesinde yaz aylarında Erbil’i tehdit eder hale gelen IŞİD’e yine geciken veya hiç gösterilemeyen tepki de anımsanmalı. Putin’in Soğuk Savaş’tan kalma beylik istihbaratçı tezgâhlarına balıklama gelmek de artık alışageldik bir durum.
Esasen bir bakıma “zaten hep yeşildi fındık dalları”: Zira Ankara’da Suriye gibi “kanlı” dosyalarda siyaset belirlenmez, bir nebula halinde kendiliğinden boşlukta belirir. Önden demir alınıp, istimin arkadan gelmesi de esastır. Modern askerlikte ve diplomaside sakınılması gereken temel günahlardan olan “mission creep” yani işin sonunu bilmeden, şu “ne yapmak, nereye varmak istemek?” sorusunun yanıtını kağıdın tepesine yazmadan işe girişmek de usül ittihaz edilmiştir.
Yukarıdaki haritanın kendi herhalde yeterince açıklayıcı. Bu durumu BM sözleşmesinin 51. maddesindeki özsavunma hakkıyla, terörizmi bertaraf etmek gerekçesiyle açıklamak ise zor. İsterseniz “Suriye’nin ulusal birliği, toprak bütünlüğü” diye muhatapları bıktırana dek tekrar edin, olmadı bir defa da bağırarak anlatın, o diplomatik girişimlerin yol tutmasına olanak yok. Haritaya bakanlar örnek olarak Idlip’te bir garnizon, bir ileri karakol, işte bir “Peşaver”, hatta düpedüz bir “82. vilayet” görecektir ister istemez. Sınırların neden sınır boylarında değil de sınırların ötesinde korunmak durumunda olunduğu ise yanıtlanamayacak bir diğer soru olacaktır.
Eğer muhalif liderler, anamuhalefetin olası cumhurbaşkanı adayı, adayları Suriye ve benzeri ulusal güvenlik dosyalarına çalışıyorlarsa bugünden, yarın makama oturduklarında önceliklendirme yapmaları kaçınılmaz. Önlerinde üçlü bir önceliklendirme sorunu bulacaklar: Tehdit algısı açısından, diplomatik ve ekonomik maliyet yönüyle ve demokrasiye geçişe ilgisi bakımından.
Bu önceliklendirmenin ve karar alma süreçlerinin gerçek anlamda sivilleşmemesi içinse malum mahfiller “Ankara sarmalı” oyunu kurmaya kalkışacak. Yeni cumhurbaşkanının o düzeneği görmesi ve onun zembereğini de deşifre edip, kırması gerekecek. Uzlaşmak erdemdir. Uzlaşabilmenin zeminini yani modaliteyi ise açık uçlu olmayacak bir süreçle diplomatlar belirler. Diplomasi konuşmaya ve alanda yapılanı salonda kabul ettirmeye, gerekçelendirmeye dayanır. Diplomat salonda konuşurken, alanda onun konuştuğunun aksi yapılıyorsa ortaya kakofoni ve bize özgü geleneksel havanda su dövme, ipe un serme şenlikleri çıkar. Bundan on yıl sonra Ankara-Şam arasındaki yüzellinci tur üst düzey istikşafi istişare haberlerini okuruz.
Dolayısıyla müstakbel cumhurbaşkanının, yeni cumhuriyetin veya cumhuriyetin yeniden kurucusunun önce tarihsel sezgiye ve gerçeklik algısına sahip olmasında yarar var. Neyin olma olasılığının arttığını, neyin neyle birlikte neye karşılık ne kadar hangi koşullarda ve hangi zamanlamayla olabileceğini öngörebilecek sağduyuya ve yukarıda değinilen o zembereği kırabilecek dirayete sahip olması da gerekli.
Nitekim İspanya’nın demokrasiye geçiş süreci, dönemin beklenmedik başbakanı Adolfo Suarez tarafından (genç Kral Juan Carlos’un manevi desteğiyle) 1976 Haziran ayından, (orada da başarısız bir darbe girişiminin yaşandığı) Şubat 1981’e dek sürmüş ve başarılı olmuştu. “Cumhuriyeti demokrasiyle taçlandırmak” hedefi doğrultusunda amaç buna benzer bir “geçiş sürecini” Suarez gibi dinamik bir biçimde yönetmekse eğer, Suriye gibi ulusal güvenlik dosyalarının da siyaset ve demokrasi tartışması dışına, başkanlık koltuğuna oturacak kişinin masasının dışına, uydurma “devlet aklı” gerekçesiyle “el çabukluğu marifet” kaçırılmasına karşı çıkmak gerekir.
Yeni cumhurbaşkanı seçildiğinde, Kıbrıs’ı da ayırmadan tüm sınırötesi ve denizaşırı askeri varlık ve harekatların bir envanteriyle birlikte bir diplomasi ve ulusal güvenlik bilançosu talep ederek işe girişmesi gerekir. Son olarak Nijer’de görülene benzer karanlık anlaşmalar aydınlatılıp, kamuoyuyla ayrıntıları paylaşılmalı, bunlar adeta teşhir edilmelidir. Yeni cumhurbaşkanının pusulasındaki kutup, kapıyı pencereyi açarak ülkeyi havalandırmak ve senelerdir nadasa bırakılan demokrasi tarlasını ekip, sürmeye başlamak olacaksa.
*Otokratik rejimler bürokratı kariyerinde yükselebilmek için vasatın tasallutuna boyun eğmeye; kendi de vasatlaşmaya; rengi reddederek, ondan kaçınarak griler arasında en griye dönüşmeye; mükemmeliyet değil dalkavukluk yarışında öne geçmeye zorlar.
**Ümit Kıvanç’ın bu konudaki yazısını öneririm.