Yakın geçmişte dünya genelinde birçok ülkenin etnik, dini ve ekonomik temellerde bölündüğüne, iç savaşların patlak verdiğine, haritaların yeniden çizildiğine şahit oluyoruz.
Bu sabırla ve sistematik adımlarla ilerleyen gelişmeleri sadece bir tesadüf olarak görmemek, arka plandaki stratejik hamleleri iyi anlayarak, gelecekte neler olacağını bugünden öngörmek ve karşı hamleleri başlatmak mümkün.
Son çeyrek yüzyılda birçok ülke hukuken ya da fiilen bölündü, işgal edildi ya da iç savaşa sürüklendi. Tarihin aynı zaman diliminde bunların vuku bulmasını şaşırtıcı görmeyin.
Yaşadığımız örnekleri incelersek sanki bunlar büyük bir planın parçasıymış gibi görünüyor. Komplo teorilerinden pek haz duymam ama aşağıdaki canlı vakalar topluca tahlil edildiğinde bunları belli bir stratejik beynin kurgulamış olabileceği ihtimalini yabana atmamamız gerektiğini düşünüyorum.
· Afganistan: Çin, Rusya, Orta Asya ve Güney Asya için kritik bir tampon ülke olan Afganistan, 2001’de ABD öncülüğündeki koalisyon güçleri tarafından işgal edildi. 2021’de ABD ve NATO güçleri geri çekildi. Taliban, ABD ile anlaşarak Afganistan’ın büyük bölümünde kontrolü ele geçirdi.
· Doğu Timor: 2002’de Endonezya’dan bağımsızlığını kazandı. Arkasında ABD ve Avustralya vardı.
· Irak: 2003’ten bu yana Saddam Hüseyin rejimi devrildi, ülke iç savaş ve terör saldırılarıyla istikrarsızlaştı. Irak, hala her biri ayrı devlet gibi hareket eden Sünni, Şii ve Kürt bölgeleri arasında fiilen bölünmüş durumda.
· Güney Osetya ve Abhazya: 2008’de Rusya, bu bölgelerin bağımsızlığını tanıdı. Bu bölgeler fiilen Gürcistan’dan ayrıldı ve Rusya’nın desteğiyle bağımsızlıklarını sürdürüyor.
· Güney Sudan: 2011’de bağımsızlığını ilan etti. Ülke Kuzey Sudan ve Güney Sudan olarak ikiye bölündü. Güney Sudan, bağımsızlığından bu yana iç savaş ve ekonomik zorluklarla mücadele ediyor.
· Suriye: 2011’de başlayan iç savaş ile sarsılmaz görünen Suriye bugün fiilen bölünmüş, İran, Türkiye, ABD ve Rusya tarafından toprakları işgal edilmiş bir duruma geldi. Rejim kontrolündeki bölgeler, muhaliflerin kontrolündeki bölgeler ve Kürtlerin kontrolündeki bölgeler arasında bölünme yaşandı.
· Libya: 2011’de başlayan iç savaş ve NATO müdahalesi sonrası Muammer Kaddafi devrildi. Libya, çeşitli milis grupları ve iki ana hükümet arasında bölünmüş durumda.
· Mali: 2012’de başlayan Tuareg isyanı ve ardından DAEŞ’in varlığı, ülkeyi istikrarsızlaştırdı. Ülke, kuzey ve güney bölgeleri arasında fiili bir bölünme yaşıyor.
· Ukrayna: 2014’te Rusya, Kırım’ı ilhak etti. Doğu Ukrayna’da Rusya yanlısı ayrılıkçılarla Ukrayna hükümet güçleri arasında çatışmalar devam ediyor, Donetsk ve Luhansk bölgeleri fiilen ayrılmış durumda.
· Yemen: 2015’te başlayan iç savaş, ülkeyi fiilen bölünmüş bir duruma getirdi. Husiler tarafından kontrol edilen bölgeler ve Suudi Arabistan destekli hükümet güçlerinin kontrol ettiği bölgeler arasında bölünme devam ediyor.
Başka coğrafyalarda da benzeri müdahaleler yaşandı, iç savaşı ya da bölünmeyi tetikleyen. Çin’in yumuşak karnı olarak görülen Tibet ve Sincan-Uygur Özerk Bölgesi hala kaşınıyor, Tayvan’da Pekin adeta askeri müdahaleye zorlanıyor. ABD, Japonya, Kore, Avustralya ve Hindistan yeni bir “Asya NATO”su yaratıyor Çin’e karşı.
Pakistan’daki etnik ve aşırı dinci gruplar da hareket halinde. Çin-Hindistan-ABD arasında sıkıştırılmış durumda İslamabad.
Hindistan İran’ı, İran Hindistan’ı vuruyor füzelerle beklenmedik şekilde.
Bolivya’daki CIA destekli ve geleceğin petrolü olarak değer kazanan stratejik lityum kaynakları ile de bağlantılı son askeri darbe girişimi başarılı olamadı halkın direnci nedeniyle.
Yeni uluslararası güzergahlar yaratılıyor birbirine rakip. Uzay, okyanus ve kutuplar mücadelesi kızışıyor. Bu bölünmelerin ve çatışmaların büyük kısmı, etnik ve dini farklılıkların derinleşmesi, ekonomik çıkar çatışmaları ve dış müdahaleler ile alakalı ama ülke yönetimlerinin kifayetsizliği, kötü yönetişim de “dış güçler” kadar, belki de onlardan daha fazla belirleyici.
Tepeden kuşbakışı tahlil edince “bu işin içinde bir bit yeniği var” dedirtiyor ama, en azından bana öyle geliyor.
Son iki yıl içinde İsrail’in Gazze’yi ele geçirmesi, Suriye ve İran’ı defalarca vurması ve şimdi de savaşı bölgeye daha da yayacak şekilde Hizbullah’ı etkisiz hale getirme hazırlıkları da bu stratejinin dışında değil. ABD Başkanı bile ısrarla izlenen bu stratejiyi dizginlemeye çoğu zaman yetersiz kalıyor.
Bana sorarsanız uzak olmayan bir gelecekte bu zincire İran’ın da eklenmesi şaşırtıcı olmayacaktır. İran Cumhurbaşkanı’nın helikopter “kazası,” yaptırımların ağırlaştırılması, MOSSAD, MI6 ve CIA’nin İran’da hemen her yere nüfuz edebilmesi, askeri gücünün test edilmesi, kilit askeri ve istihbarat liderlerinin suikaste uğraması, kuzeyden İsrail-Azerbaycan İttifakı ile çevrilmesi, Körfez ülkeleri ile Abraham Accords, İran’da giderek yükselen toplumsal hoşnutsuzluk ve isyanlar gibi dinamikler bana İran’ın bölünme ve iç savaş senaryolarının hedef tahtasına çoktan oturtulmuş olduğunun bariz işaretlerini veriyor.
Unutmayalım ki, İran, ne bir Irak’tır ne de Libya ama bu işler belli olmaz. Ülkeler zayıf oldukları dönemlerde çökertilebiliyor içeriden ve dışarıdan.
İran karışırsa hiç kuşkunuz olmasın bunun bize sıçraması zor olmaz.
Siyasi, ideolojik, güvenlik ve coğrafi kıstaslar temelinde baktığımızda Türkiye’nin de ileriki aşamalarda aynı hedef tahtasına oturtulacağından kuşku duymamalıyız.
NATO, OECD, Avrupa Konseyi üyeliğimiz ve AB aday üyeliğimiz, ağır aksak da olsa demokratik bir siyasi sistemi yaşatmamız, dünyanın en güçlü silahlı kuvvetlerinden birisine sahip olmamız her kimse bu uzun vadeli stratejik senaryoları yazanlar açısından hedefi değiştirmiyor.
Her kuşun eti yenmez, bilirsiniz. Başarırlar ya da başaramazlar o ayrı bir konu tabii ki.
Türkiye, gerçekten de başkalarına benzemez, yutulması çok zor bir lokmadır. İmparatorluk omurgası hala sağlam bu ülke, her ne kadar ciddi iç sorunlarla boğuşuyorsa da, bugün Çin’den Almanya’ya, Rusya’dan Suudi Arabistan’a uzanan geniş coğrafyanın en güçlü bölgesel oyuncusudur.
Afrika’dan Latin Amerika’ya, Körfez’den Güneydoğu Avrupa’ya kanıtlanmış karşı hamle kapasitesi olduğunu dost düşman görüyor.
Lakin, yine de gevşemeyip Türkiye’ye yönelik 13 milyon riski yüksek kaçak göçmenin yöneltilmesi, PKK ve türevlerinin özellikle sınır bölgelerinde güçlendirilmesi, FETÖ darbe girişimi, ülke içinde belli siyasi, medya ve iş gruplarının angaje edilmesi, Türkiye ile ilişkilerin “transactional” düzeye indirilmesi gibi hareketleri yok varsayamayız.
Bu adım adım ilerleyen projeyi iyi okumak gerekiyor ki karşı önlemleri hemen alabilelim. Onlara karşı koyabilmek, hatta karşı hamle yapabilmek için öncelikle ülke içindeki mevcut toplumsal kutuplaşmayı azaltacak politikalar ve diyalog süreçleri ile iç barışı sağlamak gerekiyor. Cumhurbaşkanlığı sistemi güçlü bir icraat kapasitesi yarattı ama halkın tüm kesimlerini kucaklayamadı, kutuplaşmadan besleniyor.
Aynı zamanda dayanılmaz boyutlara ulaşan ekonomik zafiyeti gidermek kritik önemde. Zira bugünün savaşları ekonomik araçlarla yapılıyor daha ziyade. Ekonomik bağımsızlık, yükün adil paylaşımı ve istikrar, dış müdahalelere karşı en önemli savunma mekanizmalarından birisi. Yerli üretimi artırmak, teknolojik yeniliklere yatırım yapmak ve ekonomik çeşitliliği sağlamak öncelikli hedefler arasında olmak zorunda. Dünyanın sekizinci büyük, birçok çatışma alanında sınanmış, silahlı kuvvetlerine sahibiz ama hala askeri kapasitemizi ve savunma sanayimizi güçlendirmek, caydırıcılığı artırmak bakımından çok eksiklerimiz var özellikle hava kuvvetlerinde. Asimetrik savaşlara yeterince hazır mıyız? Modern silah sistemleri ve yerli savunma teknolojileri tabii ki bu süreçte kritik rol oynamaya devam edecek.
Uluslararası arenada giderek daha fazla ihtiyaç duyduğumuz etkin ve akıllı diplomasiyi yürütmek, dost ve müttefik ülkelerle işbirliğini artırmak, komşularla stratejik ittifaklar kurmak, olanları güçlendirmek de yapılacaklar arasında.
Aynı şekilde istihbarat kapasitemizi güçlendirerek, dış ve iç tehditleri önceden tespit etmek ve önleyici tedbirler almak da hayati öneme sahip.
Bölgesel ve küresel dinamikleri doğru analiz ederek, gelecekte neler olacağını öngörmek, alternatif senaryolar üzerinde çalışmak, hiçbir tehdidi hafife almamak, partiler üstü bir milli güvenlik stratejisi izlemek, insan ve kurumsal kapasitemizi iyileştirmek lafta kalmamalı. Neticede, ülkemizin yaşamsal güvenliği, istikrarı, refahı ve bekası bizim ellerimizde, bunu aklımızdan çıkartmayalım.
Gücümüzü ne küçümseyelim ne de abartalım, Üçüncü Dünya Savaşı’na doğru savrulduğumuzun konuşulduğu bu dönemde. Yoksa iç savaş ve bölünme senaryolarının edilgen bir oyuncusu olarak başkalarının hedef tahtasında kalmaya devam ederiz.