31 Mart mahalli idareler seçimlerinden sonra siyasetin ana aktörleri farklı kavramlarla da olsa değişim dalgası içerisine girdi. Değişim dalgasının ne kadar yapısal ve sürekli ne kadar kısmi ve yüzeysel olduğunu gelecek günlerde hep birlikte göreceğiz.
Kuruluşundan bugüne kadar fasılasız iştirak ettiği tüm seçimlerden birinci çıkan AK Parti, ekonomik hayatta yaşanan ağır tahribat, siyasi yıpranmışlık ile bunlara eşlik eden yerel dinamiklerin etkisiyle ilk kez bir seçimi ikinci sırada tamamladı. Seçim yenilgisi sonrası tüm gözler AK Parti Genel Başkanı R. Tayyip Erdoğan’a çevrildi. Önceki seçimlerin ardından kucaklayıcı konuşmalar yapan Erdoğan’ın, aldıkları neticeyi “çok iyi değerlendirecekleri” ve “gerekli müdahaleyi yapacakları” yönündeki net mesajı kamuoyu tarafından dikkatle takip edildi. Uzun erimli AK Parti iktidarında, partisiyle ilişkisini kopardığı dönemde dahi parti kimliğinin önünde yer alan, partisinin seyrine yön veren liderin değişime işaret eden vurgusu oldukça önemliydi. Değişim ve muhasebenin ne düzeyde derinlikli ve kapsayıcı, özeleştiriyi barındıran, partiye dönük hoşnutsuzluğu ön plana alan, örgüte bakan yüzde ehliyeti ve liyakati önceleyen, tabandan tavana doğru seyir izleyen bir mahiyette olacağı, değişimin seyri açısından ehemmiyetliydi. Bunların alternatifi ya da tamamlayıcısı, pragmatizmden beslenen reel politik açılımlar olabilirdi. Partinin uzun zamandır yaşadığı içe kapanma, aldığı travmatik mağlubiyetler ile sahip olduğu iktidar yoğunlaşması ve buna bağlı gelişen “deformasyon”, meseleyi makro ve reel siyasete doğru kaydırabilirdi ki süreç büyük oranda bu minvalde gelişti.
Değişim konusundaki ana aks, partinin son zamanlarda takip ettiği seyre paralel olarak Erdoğan’ın geliştirdiği reel-politik manevralar üzerinden renk aldı. Kapalı devre, parti içi istişare mekanizmaları çalıştırıldıktan sonra değişim, parti örgütü ya da parti lideri Erdoğan’ın sahip olduğu yürütme mekanizmaları üzerinden değil resmin büyüğünde, iktidarın ürettiği siyasi retorikler üzerinden kamuoyuna yansıdı. Yürütme erkinin temsilcilerinde olağandışı bir değişim yaşanmadığı gibi parti örgütlerinde birkaç il başkanlığı değişikliği ile yetinildi; içeriye dönük değişim gelecek döneme, olağan akışa bırakıldı.
Değişim konusundaki en önemli açılım ise AK Parti lideri Erdoğan’ın “yumuşama” olarak ifade ettiği, CHP’nin “normalleşme” olarak tanımladığı, istişareyi ön plana alan süreç üzerinden şekillenmeye başladı. Değişimin, AK Parti ve lideri Erdoğan’a bakan yüzü, ülkenin ana muhalefet partisi CHP ile var olan kopukluğun giderilmesi, doğrudan iletişimin sağlanması ve gelecek dönemde ihdas edilmek istenen yeni anayasa konusunda yeşil ışığın görülmesiydi. Kılıçdaroğlu dönemi boyunca cepheden mücadele eden, iktidarı muhatap almayan, var olan kopukluğu tahkim eden CHP, seçim sonrasında, yeni Genel Başkanı Özgür Özer liderliğinde müzakereci, açık kanal stratejisi geliştirdi. 31 Mart seçim sonuçları üzerinde açık stratejinin ne düzeyde etkili olduğu tartışılmakla birlikte seçim sonrasında galibiyeti “normalleşme” stratejisine bağlamak suretiyle hem geçmiş dönem ile hesaplaşıldığı hem de var olan pozitif ivmelenmenin devam ettirilmek istendiği açıktır.
Uzun erimli AK Parti iktidarı hem ideolojik açından hem de politik ilişkiler bakımından birkaç döneme ayrılabilir. AK Parti, her bir dönemde görece birbirinden farklı siyasal söylem ve çıpalar kullanmak suretiyle iktidarını ayakta tutmayı başarmıştır. Kuruluş döneminde sistem karşısında meşruiyet çabası içerisinde olan parti, 2008 yılında açılan kapatma davası sonrasında sistem ile cepheden mücadele etmek zorunda kaldığını anlayarak söylem ve yöntem değişikliğine gidecektir. Erken dönemde uzlaşmacı bir siyaset arayışı içerisinde olan parti, “muhafazakâr demokrat” kimlik üzerinden iktisadi ve siyasi alanda büyük oranda liberal argümanlar üretmiş; siyasi “çıpa” olarak Avrupa Birliği (AB) müzakere sürecini, Batı dünyasının ileri gelenleri ile onlarla teşrik-i mesaide olan liberal/sol temsil mekanizmaları kullanmıştır.
Cari rejim ile olan çatışmanın ürettiği gerginlik sonrasında yaşanan içe kapanma ile AB sürecindeki enerji kaybı, AK Parti iktidarını değişime sevk etmiş ve parti, Davos krizinde başlayan Arap Baharı ile gelişen süreçte “medeniyetçilik” söylemini ön plana çıkarmıştır. Ahmet Davutoğlu’nun entelektüel ve politik katkısı üzerinden gelişen yeni söylem, Türkiye’nin Ortadoğu’ya dönük İslamcılık söyleminin bir yansıması olarak okunabilir. Millî Görüş “geleneğinin” devamı olarak AK Parti, bagajında var olan İslamcılık söylemini ancak “kuş dilini” kullanarak açığa çıkarmıştır. 2008 yılına kadar sistem ile oluşabilecek çatışma konularından ısrarla kaçınan parti, bu dönemden sonra mücadele ederek ayakta durabileceği savından hareketle uzlaşı siyasetini “mücadele” moduna dönüştürmüştür. Yeni dönem için İslami grupların partinin en önemli “çıpası” haline geldiği söylenebilir.
İkinci dönemde AK Parti’yi ayakta tutan hususlardan birisi de Kürt meselesi özelinde geliştirdiği açılım politikasıdır. İlk iki dönemi bir birine teyelleyen Kürt meselesi, AK Parti’nin cari rejimi dönüştürmesi, Kemalizm ile yüzleşmesi bakımından önemli bir turnusol kâğıdı vazifesi görmüş; çözüm sürecinde Türk milliyetçileri hariç birçok toplum kesimi iktidara destek çıkmıştır. İkinci dönemin en önemli çıpalarından birisinin Kürt kimliği olduğu söylenebilir.
Türk milliyetçileri ile olan ilişki AK Parti’nin ancak üçüncü döneminde karşımıza çıkacaktır. Çözüm süreci ve anayasa değişikliği konularında AK Parti ile cepheden bir mücadeleye giren Milliyetçi Hareket Partisi (MHP), “Fethullahçılığın” devlet içerisinde paralel bir yapı haline gelmesi karşısında “savunma” stratejisi üreten AK Parti’nin yanında yer alacak, birlikte inşa ettikleri “Cumhur İttifakı” üzerinden “yerli ve milli” politikalar geliştireceklerdir.
AK Parti, meşruiyet arayışı ile başladığı iktidar deneyimini savunma refleksi baskın, “muktedir” bir görüntüye çevirmeyi başarmıştır. Bu süreç ancak, kademeli, tedrici, her bir dönem için farklı çıpalar kullanmak suretiyle mümkün olabilmiştir. Fakat “çıpa siyasetinin” temel açmazı, iktidarı korumak adına AK Parti tarafından güç ilişkilerine dahil edilen siyasi partnerlerin kendilerini bir ortak değil oyun kurucu, iktidarı paylaşan bir muktedir konumuna oturtmalarıdır. Oluşturulan iş birlikleri, uzun erimli, kurumsal ve şeffaf bir nitelik kazanamadan son bulmuş; gelgitli, gergin ilişkiler büyük küskünlüklere dönüşmüştür. Netice olarak, AK Parti’nin “dost” kefesi günden güne biraz daha zayıflarken “düşman” kefesi daha ağır basmaya başlamıştır. Bu süreç partiyi yeni açılımlara sevk etmiştir.
AK Parti’nin iktidar tecrübesi aynı zamanda onun sistem karşısındaki konumu üzerinden okunulabilir. Millî Görüş geleneğinin bir temsilcisi olarak AK Parti, kazandığı seçim zaferleri üzerinden sistemin merkezine doğru yönelmiş olsa da bu tek taraflı olarak gerçekleşmemiş, parti ve etrafındaki siyasal/toplumsal/ekonomik odaklar da modern/cari düzenin bir parçası haline gelmişlerdir. İslami hareket, kendisini sağ siyasetin ideolojik söyleminden soyutlamaya çalışsa da reel politika onu düzene doğru iteleyecek ya da tersinden kopmasını engelleyecektir. Bu bağlamda, MHP ile kurulan “Cumhur İttifakı”, sağ siyaseti uhdesine alan AK Parti için çok da zor olmamıştır. Millî Görüş hareketinin 70’li yıllarda kurduğu “milliyetçi cephe” ile 90’lı yıllarda ürettikleri “inananların ittifakı” hesaba katıldığında “Cumhur İttifakı”nın yeni bir milliyetçi cephe hükümeti olduğu söylenebilir. Burada altı çizilmesi gereken husus, çevreyi temsil eden AK parti ile rahmetli Mustafa Çalık’ın ifadesiyle “devlet partisi” görünümündeki MHP’nin nasıl bir araya geldiği ve bu ilişkinin ne kadar devam edeceğidir.
AK Parti’nin sistemi dönüştürme yolculuğu, rejime kattığı geleneksel ton MHP’yi de etkilemiş; İslami damarı içerisinde barındıran MHP çizgisi, toplumculuk/muhafazakârlık noktasında pozitif bir ivme kazanmıştır. Devletin AK Parti iktidarında “muhafazakâr” bir suret almış olması, “devlet partisi” görünümündeki MHP’yi AK Parti’ye yakınlaştırmıştır. Diğer yandan AK Parti’nin sistem ile kurduğu münasebet, MHP’ye AK Parti’yi koruma ve kollama görevini vermiştir. Toplumsal desteği zayıflayan MHP için AK Parti ve “Cumhur İttifakı” üzerinden ülkeyi yönetmenin daha az maliyetli ve işlevsel olduğu aşikârdır. MHP’nin 28 Şubat sürecinden bugüne muhafazakâr bir damar kazanmış olması, en kritik virajlarda toplumcu reflekseler göstermesi de onu AK Parti için güvenli bir liman haline getirmiştir. Peki bu ilişki ne kadar devam edebilir?
Öncelikle, seçim tekniği açısından her iki partinin de birbirlerine “muhtaç” olduğu gözükmektedir. Toplumsal temsil açısından marjinalize olmaya başlayan MHP için AK Parti asla gözden çıkarılamaz bir aktördür. Diğer yandan bir kısım AK Partili için “devletin partisi” görünümündeki MHP ile kurulan ilişki oldukça riskli ve tedirgin edicidir. Sınırlı oy potansiyeline sahip MHP üzerinden, “gayr-ı adil” bir ittifakın yürütülmesinin parti içerisinde rahatsızlığa neden olduğu bilinmektedir. Toplumcu bir parti olarak AK Parti’nin devletçi dili konuşması, bunun MHP tarafından “sufle” edildiği de sıklıkla dile getirilen eleştirilerden bir diğeridir.
Peki normalleşme süreci CHP’yi yeni bir çıpa haline getirebilir mi? Toplumsal taban ve ideoloji açısından AK Parti ile CHP arasında var olan düalizmin çıpa siyasetini engelleyeceği aşikârdır. Bununla birlikte siyasi gerginliğin azaltılması, partiler arası siyasi müzakere kanallarının açılması, vatandaş nezdinde yükselen bir talep olarak karşımıza çıkmaktadır. Yeni CHP yönetimi mücadelenin yanı sıra müzakere kanalları üzerinden muhatap alınmayı değerli bulmuş; gölge bakanlar aracılığıyla sistemi denetlemeyi muhalefet adına bir yöntem olarak geliştirmiştir. Yasamanın gücünün azaldığı yeni sistemde muhalefetin ürettiği bu açılımın daha işlevsel olduğu, dünkü tecrübelere kıyasla söylenebilir. AK Parti iktidarından bakıldığında, MHP ile kurulan ittifakın tek taraflı feshedilemeyeceği ortadadır. Sağlık sorunları devam eden MHP lideri Bahçeli siyaset sahnesinden çekilinceye ya da AK Parti hukuki/siyasi açından MHP kaynaklı bir yükü sırtlanamayacağı kanaatine erişinceye kadar Cumhur İttifakı’nın devam edeceği ortadadır. MHP, zaman zaman siyasi blöf yapmış/yapacak olsa da AK Parti’yi CHP’ye bırakmayacaktır.
Son tahlilde, tabiatları gereği birbirlerine benzemeyen aktörlerin kurdukları “zoraki” ittifaklar ya da çıpa siyaseti yerine geliştirdikleri müzakereci/açık dil üzerinden Türkiye’nin sorunlarını çözmeye yönelmelerinin daha işlevsel, hakkaniyetli ve demokratik bir yöntem olacağı söylenebilir.