Kazananın tüm siyasi gücü ele geçirdiği bir “temsili demokrasi”: Türkiye’nin demokrasi krizi neden daha derin?

Sanayi toplumunun standardizasyona ve ölçeğe dayalı üretim modeli de temsiliyete dayanan yönetim ve demokrasi uygulamaları da krizde.

Öte yandan krizin adı ve kapsamı ortak olsa da her ülkenin kendi koşulları, deneyimi, ekonomik yapısı ve toplumsal dokusuna bağlı farklı dinamikleri var. Her bir ülke ekonomik, sosyolojik, siyasal dinamiklerine, sanayi toplumu sürecinin hangi aşamasında olduklarına göre farklılaşıyor.

Yalnızca geçmiş ve var olan yapı değil güncel meseleler ve bunların toplumlar üzerinde ürettiği güncel duygu halleri de krizin derinliği üzerinde bir başka belirleyici unsur.

Başkanlık sistemi ve demokrasimiz

Geçen haftaki yazımdan bir anımsama notuyla başladım. Evet, temsili demokrasi dünyada krizde ama Türkiye’deki sorun daha da farklı ve derin. Yaşadığımız doğrudan tüm katmanları ve unsurlarıyla demokrasi krizi.

Görünen, kurumsal ve kurallar düzeyinde krizi oluşturan birinci unsur 2017 referandumuyla beraber hayata geçirilen başkanlık sistemi. Kanaatim meseleyi başkanlık veya parlamenter sistem sembollerine sıkıştırarak ele almanın doğru olmadığı. Hangisi olursa olsun, denge denetleme mekanizmaları olmayan, güçler ayrılığına dayanmayan, hesap verebilirliği ve şeffaflığı esas almayan sistem olduktan sonra nihai kararı başbakan veya başkanın veriyor olmasının önemi yok. Bugünkü sistemde de bu unsurların hiçbirisi yok, ne yazık ki.

Temsiliyet bizde hep eksik kaldı

Bu açıdan bakılınca temsili demokrasi bile kurum ve kurallarıyla oturmuş değil. İkinci Dünya Savaşı ardından çok partili siyasi hayat ve seçimler başlamış olsa da bir yandan darbelerle sistem sürekli kesintiye uğratılmış. Diğer yandan cumhuriyetle beraber yaşanan süreçlere toplumsal kesimler kendi kararlarıyla katılamadıkları için sistem yapısal biçimde temsiliyeti hep eksik yaşamış.

Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, yerel sorunların yerelden çözümleri ise hiçbir zaman temel hedef olmamış. Çünkü Kürt meselesinin ürettiği zihni ve ruhi ambargo gerçek bir yerel yönetim arayışının önünde hep engel olmuş.

İktidar ortaklarının demokrasi derdi yok

Tarihsel ve yapısal sorunlarına karşın bugün yaşanan krizin en belirgin özelliği, eksikli bile olsa temsili demokrasiden de tümüyle uzaklaşılmış olması. İktidarı oluşturan zihni koalisyonun ortaklarının hiçbirinin demokrasi meselesi de yok zaten. İktidarın ortaklarının her birinin başka bir Türkiye ve toplum hayali olsa da ortaklaştıkları bir nokta var, dünyada olan biteni anlamlandırmaları… Sanayi toplumunun sorunları, bugünün yapısal meseleleri, değişen ekonomik, teknolojik, sosyolojik ve siyasal dinamikler üzerinden değil yaşananlara aktörler üzerinden bakıyorlar. Yaşanan küresel ve çoklu krizler yumağını zihni ve yapısal meseleler üzerinden değil devletler ve iktidarlar üzerinden okumayı yeterli görüyorlar. Aktörler arası siyasal, ekonomik ve kültürel küresel yeniden bölüşüm gerilimlerine Türkiye için ürettiği riskler üzerinden bakıyorlar ve devletin bekası söyleminin tonunu, yerli ve milli jargonunu buradan gerekçelendiriyorlar. İkinci ortak noktaları da toplumu ahlakçı, güvenlikçi bir bakışın tutum ve davranış kalıplarına sıkıştırmak konusunda hemfikirler.

Müslüman ve milliyetçi sentez

Zihni koalisyonun büyük ortağı ve lideri Ak Parti’nin ise bu noktadan bir adım daha ötede kendi hayalleri var. Birincisi yeni Osmanlıcı bir iddiayla Türkiye’nin küresel ve etkin, siyasal ve askeri güç olması için gerekenleri yaptığını düşünüyor. İkincisi de toplumu muhafazakâr kimliğin kodlarıyla yeniden şekillendirebileceğini hayal ediyor, bu yolda hamleler yapıyor. İki hayali de yeni bir Müslüman ve milliyetçi sentezin tutkalı yaparak zihni koalisyonu bir arada tutuyor. Son yedi sekiz yıldır da bu hayallere toplumsal rıza inşa etmeye uğraşıyor.

Bu bakış ve hayallerin altında çeşitlilik, farklılık, çoğulculuk değil sanayi toplumunun tek tipliliğinin ürettiği eski kodlamalar var. Bu kodlamalar ve zihni çerçeveleme kendisi bizatihi demokrasi krizini üretiyor.

Bu bakışın demokrasi tanımı, seçimlerin yapılabilmesinden ibaret. Seçim süreçlerinin demokratik olup olmadığı, siyasi rekabetin yasal zemininin eksikli, sorunlu olması da önemli değil. Önemli olan sayılan ve tutanağa geçirilen oyların rakiplerden bir fazla olması ve kazananın tüm siyasal gücü ele geçirmesi.

Yine bu bakışın en önemli sorun alanlarından birisi siyasi alanın partilerin de değil yalnızca partilerin liderleri tarafından yönetilmesi.

Demokrasiyi seçimlerden ibaret olarak görmek ve siyaseti liderlere sıkıştırmak siyasal kültürümüzün önemli ve yalnızca bu iktidara ait olmayan bir özelliği elbette. Yine de Erdoğan ve Ak Parti bu kültürü ve sorunlu alışkanlığı en üst seviyeye taşıdı.

Makbul olan ve olmayan muhalefet

Yine siyasal kültürümüzün önemli sorun alanlarından birisi siyaset tarzında vücut buluyor. Siyasi rekabet fikirler üzerinden değil rakibi ötekileştirmek ve itibarsızlaştırmak üzerinden çalışıyor. Erdoğan ve Ak Parti bu alışkanlığı da en tepeye taşıdı. Ak Parti ülkeyi yönettiği 22 yıl boyunca rakiplerini doğrudan muhatap almayarak, hiçbir konuda mecliste rakiplerden gelen bir öneri üzerinde uzlaşmadan uzak durarak ve hatta rakipleriyle yüz yüze siyasi müzakereyi bile reddederek geldi bugüne. Öyle ki son derece doğal olan partiler arası diyalog bile son üç aydır ülkenin siyasi gündeminin başköşesinde yer alıyor.

Şimdi bu konuda da daha da ileri bir adım atılarak tüm muhalefet makbul olan ve olmayan olarak ayrıştırılıp etki ajanlığından vatan hainliği söylemlerine hedef yapılıyor.

Yargı ve yasama birbirini dengeleyen değil tek devlet iddiasıyla tek bir anlayışla yönetilmeye çalışılıyor. Temsili demokrasinin anayasasına uygun davranmak, yüksek yargı kararlarına bile uyup uymamak siyasi iradenin tercihine bırakılmış durumda.

Geldiğimiz nokta hukuk devleti olma iddiasından giderek uzaklaşarak siyasal bir devlet olmak. Devletin tüm aygıtları, mekanizmalar, yargısı, eğitimi dahil tüm sistemler siyasal iktidarın temsil ettiği kimlik ve o kimliğin iyi-doğru-güzel tanımlarına göre yeniden biçimleniyor.

İktidar medyaya hakimiyeti, hâkim olmadıkları üzerinde denetim ve kontrolüyle toplumun algısını biçimliyor. Gündelik yaşam dertleri içinde afallamış, göçle ve metropolleşmeyle beraber tüm gelenekleri, ilişkileri değişime zorlanmış, örgütsüz, özgüvensiz daha da önemlisi umutsuz ve mutsuz toplumda yapacakları için rıza üretmeye çalışıyor. Topluma kararların gerekçeleri de anlatılmıyor, enflasyon ya da işsizlik gibi veriler bile gerçeğe göre değil hayallere göre biçimleniyor.

Tüm bu yaşananların demokrasi olduğunu iddia etmek mümkün değil. Ama seçimlerin yapılıyor olması hatta seçimlerle yerel yönetimlerde iktidar değişikliği fırsatı demokrasinin yeter şartıymış gibi sunuluyor. Kayyum atamaları terör ve güvenlik arayışı üzerinden normalleştirilmeye çalışılıyor. Sonuçta siyaset yalnızca seçim kazanma yarışına, kazanmak için de yasalara uygun veya değil, ahlaki-gayriahlaki olup olmadığına bakmaksızın her şeyi yapmayı normalleştiren bir zihniyete teslim olmuş durumda.

Her ne kadar iktidar önemsemiyor olsa da Türkiye dünya demokrasi endeksinde her yıl daha da aşağılara düşüyor, dünyadaki saygınlığı zedeleniyor. İktidarın anlamadığı ya da anlamak istemediği, Türkiye’nin bugün yaşadığı ekonomik krizin de güven krizinin de dış politikadaki sıkıntıların da sebebi yaşanan demokrasi krizinin yansımaları, sonuçları olduğu. Hatta küresel dinamiklerin Türkiye için ürettiği gerçek risklerin de büyük kısmı bizatihi iktidarın demokrasiye bakışından ve meseleleri ele alış biçiminden kaynaklanıyor.

İktidar değişince kriz bitecek mi?

Şunu da kabul edelim ki demokrasi krizinin tek sebebi iktidar da değil. Öncelikli nedeni iktidar olsa da iktidarın ya da cumhurbaşkanının değişmesi demokrasi krizinin biteceği anlamına gelmiyor. Çünkü siyasi zemin ve bu zeminin ana aktörü olarak partilerin kendileri de demokrasi vizyonuna sahip değiller.

Siyaseti ve partileri düzenleyen yasal çerçevenin verdiği fırsat sonucu partilerin hepsi lider partisi. Siyaset liderler üzerinden dönüyor, partilerin tutum ve davranışlarını, politikalarını ortak akılları değil liderlerin bilgileri, vizyonları ve yaptıkları grup konuşmaları belirliyor. En demokrat görünen, söylemi kullanan kişi bile parti liderliği koltuğuna oturduğu andan itibaren var olan yasal çerçevenin verdiği imkanlarla tek karar verici oluyor. Parti içi rekabet fikri farklılıklara değil gruplaşmalara ve lidere mesafeye yaslanıyor. Parti içi demokrasi ise hiçbirinde yok ne yazık ki.

Siyasal kültürümüzün bu sorunlu yönü sivil toplumun bile çoğunluğunu ele geçirmiş durumda. Bir dernekte, bir vakıfta da seçimde farklı adaylar ortaya çıktığında, abiler devreye giriyor, ayrılık olmasın gerekçesiyle listeler tekleştiriliyor.

Sessiz çoğunluk sadece izliyor mu?

Yine de Türkiye demokrasi krizini aktif yurttaşlarıyla ve örgütlü çabalarıyla aşabilir, partiler ve sivil toplum da dahil. Sessiz çoğunluk dünyada da Türkiye’de de olan biteni izlemekle yetiniyor gibi görünebilir. Hatta Avrupa’da aşırı sağ, Türkiye’de milliyetçilik, muhafazakarlık artıyor gibi ezberler çoğunluğun sessizliğinin nedenlerini görmeyi engelliyor da olabilir. Ama dipteki dalga tersi yönde olabilir.

Toplumsal yaşamdaki değişimleri, ihtiyaçları, talepleri hele demokrasi gibi gündelik hayatın meşakkatine kıyasla soyut gibi görünen konularda nereye bakacağımız, neyi anlamlandıracağımız önemli.

Toplum iki taraflı sıkışma yaşıyor. Bir yandan siyasal alanda devletin söylemleri ile yönetimdeki merkezilik, keyfilik, hukuksuzluklarla karşı karşıya. Diğer yandan bireysel hayatında da krizlerle, belirsizlikle, karmaşıklıkla mücadelede tek başına, özgüvensiz, umutsuz.

Olan bitenin yapısal bir kriz anlamına geldiğini biliyor, öte yandan ne yapacağını ne yapması gerektiğini bilmiyor. Hangi kimlikten, siyasi ideolojiden olursa olsun endişeler ortak ama ortak umut ve heyecan yok. Buna karşılık devletin ve iktidarın bir yandan milliyetçi diğer yandan din referanslı söylemleri, politikalar, birlik-beraberlik hikayeleri, yerli-milli açılımları… Son yedi-sekiz yıldır yeni bir kimlik olarak İslami rengi yoğun yeni bir milliyetçiliği topluma dayatan bir iktidarla karşı karşıya toplum.

Bazı yobaz veya şoven grupların gündelik hayattaki eylemlerine tepkisizlik ve cezasızlık uygulamalarıyla bu politikalara toplumsal kabul aranıyor. 2015 genel seçimlerinden beri muhalif parti kampanyalarına, konvoylarına saldırılar, Kılıçdaroğlu’na linç girişimi, şehit cenazelerinde muhalif siyasetçilere organize saldırılar şimdilerde renk ve ton değiştirerek gündelik hayatta sıradan yurttaşlara saldırılara dönüşmüş durumda. Metrolarda el ele oturan çiftlere sataşmalar, kahveci dükkanları basmalar, sosyal medyada açık tehditler ve tüm bu eylemlere takipsizlik ve cezasızlık uygulamalarıyla toplum yeni normali kabule zorlanıyor.

İktidarın hayali artık çekici değil

Toplumsal hayatın gerçekliği çeşitlilik ve farklılıkların bir aradalığı. Gündelik hayatın gerçek dertleri kültürel kimliklerin, siyasal kutuplaşmaların ve iktidarın yeni tek tip kimlikli toplum hayalinin hararetini bastırıyor. Sınıfsal gerilimlerle kültürel gerilimler bir arada yükseliyor. Bu nedenle de iktidarın bu hayali artık eski çekiciliğinde, parlaklığında değil büyük kitleler için. Sorun o büyük kitlenin sessiz, örgütsüz ve umutsuz oluşu.

O nedenle hangi parti ya da sivil toplum örgütü kendi içinden başlayarak demokratikleşir, kapılarını, pencerelerini sessiz çoğunluğa açar, müzakere ve karar süreçlerine üyelerinin farklıklarıyla katılımlarını sağlarsa yeni bir demokrasi arayışının da kuluçkalarından birisi olacak. Böylesi küçük görünen hamlelerle yeni bir demokrasi hareketi gelişmeye başlayacak.