Terörsüz Türkiye adıyla kodlanan sürecin bugüne kadar olan adımlarında henüz toplumsal barış ya da demokratikleşme gibi söylem, hedef, açılım yok henüz. Bu aşamaya kadar süreci yürüten aktörler açısından bir zihni mutabakat olduğu söylenebilir. Nitekim DEM milletvekili Cengiz Çandar Apaçık Radyo’daki söyleşisinde “Bu süreç ile varacağımız nokta Kürt sorununun çözümü değildir; bu, Kürt isyanının sona ermesidir” dedi ve bu noktadan sonrasına dikkat çekmeye çalıştı.
Şimdilik siyasi aktörler ve temsilcileri arasında geçen bir süreç izliyoruz. Henüz toplum sahneye davet edilmediği için de sürecin toplumsal uzlaşmaya ve barışa evrilmesi şimdilik temenni düzeyinde. Toplum süreçte olmadığından meseleye bakışına dair elimizdeki tek ipuçları yayınlanan araştırmalar.
Rawest ile İstanpol Enstitüsü işbirliğiyle yapılan araştırmada sürece toplumsal destek üçte ikiye varmış (yüzde 64.4) durumda. Bulguların detaylarına baktığımızda Kürtlerde destek yüzde 81, Türklerde ise yüzde 60 mertebesinde. Ancak sürecin gidişatını başarılı bulanlar yüzde 41.7 oranında; Kürtlerde yüzde 55 iken Türklerde yüzde 38.
Ankara Enstitüsü’nün Panorama TR araştırma dizisinin bulgularına göre de toplumun üçte ikisinden fazlası (yüzde 69) sürece olumlu bakıyor. Toplumun yüzde 46’sı PKK’nın silahsızlandırılması sürecinin bugüne kadarki gidişatını başarılı buluyor.
Peki, memleketin geçmişi ve geleceğinde bunca ağırlığı olan bir meselede silah yakma aşamasına gelinmiş, toplumun üçte ikisi de süreci destekler hale gelmişse, neden meydanlarda hâlâylar, horonlar görmüyoruz? Neden sokaklarda, pazarlarda gülen yüzler, geleceğe umutla bakan gözler yok hâlâ? Neden ekranlarda konuşanlar hâlâ umutla, coşkuyla değil de tehditle, korkutmayla konuşuyorlar? Ve neden hâlâ barışın vaatlerini değil de şiddetin risklerini önümüze koyuyorlar? Ya da neden barışın vaadi gibi bazı mahcup söylemler toplumun bir kısmında daha da büyük infiale, korkuya neden oluyor?
Taraflar arasında güven de güvenmemek de karşılıklı bir duygu
Çünkü temel mesele güvensizlik. İktidara, PKK’ya, siyasi partilere, Meclis’e, kurumlara, kurallara ve esas itibarıyla olan bitene, gidişata ve geleceğe güvensizlik. Toplumun üçte ikisi ve hatta biraz daha fazlası süreci destekliyor ama başarılı bulanlar henüz yarıya bile ulaşmamış. Kimimiz iktidara, kimimiz PKK’ya, kimimiz siyasi aktörlere, kimimiz dış güçlere ve hatta bazılarımız da kim olduğunu bilmediğimiz ama nerede olduklarını bildiğimizden emin olduğumuz bazı derin yapılara güvenmiyoruz.
Daha önemlisi ve daha çok dertlenmemiz gereken ise şu, birbirimize güvenimizi kaybettik. Yani güven meselemiz yalnızca sürece dair değil hayata, memlekete ve birbirimize dair. Hangi araştırmayı yaparsak yapalım, artık şunu biliyoruz, bu memleketin ahalisinde, her on kişiden ancak birisi gündelik yaşamında tanıştığı ve ilk temas kurduğu anda muhatabına güvenerek ilişkiye başlıyor. Gençlerimiz ülkenin geleceğine güvenmiyor, kendi geleceğini hayal edemiyor, her beş gençten dördü “bu ülkede çocuk yetiştirilmez” önermesine onay veriyor.
Esasen güven ne yalnızca bir duygu ne de basitçe kurulup sürdürülebilecek bir ilişki. Bazen bir sokakta düşürülen bir cüzdanın sahibine dönmesi, bazen devletin verdiği sözlerin tutulması, bazen de bir markanın krizdeki tavrıdır güveni inşa eden... Ama aynı zamanda, en çok eksikliğinde fark edilen, kaybolunca geriye yalnızca mesafe, şüphe ve yorgunluk bırakan bir bağ.
Bireysel hayatlarımızdaki ilişkilerden öte toplumsal güveni kaybettiğimizde ise korkularımız artıyor, ortak yaşama irademiz de eksiliyor. Aklımızı da ruhumuzu da paranoyalar, kuşkular, endişeler kaplıyor. Veri Enstitüsü’nün Veri Pusulası araştırma dizisinde bu ay korkuları araştırdık. Bulgulara gelecek hafta değineceğim ama şu kadarını söyleyeyim, ortak yaşama dair korkular hiç bu denli yüksek ve bu denli bireysel yaşama dair korku ve beklentileri de baskılar, belirler hale gelmemişti.
İçinden geçtiğimiz dönemde yalnızca bireyler değil devlet de kurumlar da siyaset de güven arıyor. Ve belki de bu nedenle her zamankinden daha fazla, “güvenmenin”, “güvenmemenin” neye benzediğini yeniden tarif etmemiz gerekiyor. Sonra da toplumsal güveni inşa için politikalar, yöntemler bulmamız gerekiyor.
Bilimsel literatür güven meselesini üç düzeyde ele alıyor: Kişiler arası güven, kurumlara güven ve daha geniş bir düzeyde, sisteme, düzene ve toplumu yöneten kurallara, yapıya olan “sistemik güven”.
Güven ve bu konuda toplumlar arası farklılıklara odaklandığımızda meselenin evrensel olan, insana dair olan unsurlar kadar yerel ve kültürel dokuya bağlı olan her topluma özgü yanları da var. Benzer çoklu bakışla, meselenin tarihsel ve kültürel yanları kadar hukuki, siyasi, psikolojik, antropolojik yanlarını da dikkate almak gerekiyor.
Veri Pusulası araştırma dizisinde haziran teması “güven” meselesiydi. Bugünün Türkiye’sinde her 10 kişiden 7’si cüzdanını düşürdüğünde bir yabancının geri getirmeyeceğini düşünüyor. Benzer şekilde, sokakta yardıma ihtiyacı olduğunu söyleyen birine inanma konusunda toplumun yarıdan fazlası kararsız. Bu bulgular, kamusal alanda güven ve empati düzeyinin ciddi ölçüde eksik olduğunu gösteriyor.
Toplumsal birlikteliğin en temel göstergesi olan kişilerarası güven, bireylerin gündelik hayattaki dayanışma, empati ve yardımlaşma pratiklerinin sürekliliğini belirleyen kritik bir zemin. Türkiye’de kişilerarası güven endeksi ortalama 2.6 puan (1- Düşük güven, 5- Yüksek güven) ile orta seviyenin altında seyrediyor. Ortak bir gelecek inşa etmenin temel taşlarından biri olan güven, bireyler arasında zayıf kalmakta ve toplumsal bağların uzun vadeli dayanıklılığını tehdit eder nitelikte görünüyor.
Toplumun referans kaynağı hâlâ yakın çevre ve uzmanlar; en çok bilim insanlarına (yüzde 84), komşulara (yüzde 76) ve hemşerilere (yüzde 60) güveniliyor. Buna karşılık, başka dinden veya karşıt siyasi görüşteki kişilere güven sınırlı kalıyor. Bu tablo, güvenin yüz yüze ilişki ve temasla başlayıp, bilgi temelli referanslarla geliştiğini gösteriyor.
Kurumsal güven zemin kaybetmiş, siyasi partilere, medyaya, TÜİK’e güvenmeyenlerin oranı yüzde 60’ı aşıyor. Özellikle üniversite mezunları, bu kurumlara en az güven duyan grup olarak öne çıkıyor. Eğitim arttıkça güven değil, sorgulama artıyor.
Siyasette ise güven değil, mesafe belirleyici. Siyasi liderlere ve partilere duyulan güven oranları genel olarak düşük. Siyasal liderliğe ve partilere duyulan güven, kültürel kimliklere sıkışmanın, temsil krizlerinin ve siyasal kutuplaşmanın etkisiyle şekilleniyor.
Güveni kaybettiğimizde ne oluyor?
Türkiye’de güven meselesi artık sadece bireylerin birbirine güvendiğiyle sınırlı değil; alışverişten dijitale, siyasetten gündelik ilişkilere kadar hayatın her alanına sinmiş bir mesele. Veri Pusulası araştırmasının gösterdiği şey şu: Bu topraklarda artık insanlar, sadece kimseye kolay kolay güvenmiyor değil; aynı zamanda o güvenin yerine neyi koyacaklarını da tam bilemiyorlar.
İnsanlar yakın çevresine tutunarak ayakta durmaya çalışıyor ama daha geniş bağlamlara, devlet kurumlarına, markalara, dijital sistemlere karşı hep bir mesafe koyuyor. Güveni kuşatan bu mesafe, sadece kırılmış ilişkilerin değil, aynı zamanda geleceğe dair kaygıların ve kontrol kaybının da bir yansıması.
Toplumun güven haritası, coğrafyadan çok zihinsel pozisyonlarla, yaşanmışlıklarla, hayal kırıklıklarıyla çiziliyor. Kadınlar daha umutlu ama daha temkinli; gençler daha bilgili ama daha şüpheci, eğitimli olan daha çok sorguluyor ama daha az bağ kuruyor. Artık insanlar devletin resmî açıklamasına da markanın reklamına da dijital dünyanın algoritmasına da temkinle yaklaşıyor.
Kurumlar, sivil toplum örgütleri, şirketler, markalar için mesele “şeffaflık” ya da “doğru bilgi” kadar insanlara “senin yanındayım” diyebilmek, duyulduğu ve görüldüğü duygusunu yaşatmak. Kriz anlarında, sıkıntılı zamanlarda gösterilen refleks, sadakati değil güveni belirliyor. Kurumlara, şirketlere düşen görev çok açık. Güven, bir basın bülteniyle ya da bir reklam kampanyasıyla değil, değerlerle uyumlu yaşamakla, tutarlılıkla, cesaretle inşa ediliyor. Sadece krizden kaçmak yetmez; o kriz geldiğinde nereye bastığınız, kiminle yürüdüğünüz, neyi göze aldığınız önemli oluyor.
Siyasetçilere, sivil topluma ve kamu kurumlarına ise bir başka görev düşüyor: Umudu büyütmek. Umut zayıfladıkça güven yerini ya öfkeye ya da sessiz bir kopuşa bırakıyor. İnsanlar hâlâ bir şeylerin düzelebileceğine inanmak istiyor ama bunun için önce duyulmak, sonra da ciddiye alınmak istiyor.
Peki, güven de kaybolduğunda ne yerine konur? Türkiye’nin bugün yaşadığı şey tam da bu sorunun etrafında dönüyor. Yerine bazen öfke konuyor, bazen sessizlik, bazen kayıtsızlık, bazen de içe çekilme. Ama hiçbir şey güvenin yerini tam olarak doldurmuyor. Ne sadakat ne korku ne de kontrol. İşte bu yüzden, güveni yeniden kurmak isteyen herkesin önce şunu anlaması gerekiyor: Güven, teknik değil insani bir mesele. Ve insanlar, ancak duyulduklarını, anlaşıldıklarını ve önemsendiklerini hissettiklerinde yeniden bağ kuruyorlar.
Toplumsal güvenin ete kemiğe büründüğü yer: Eşit yurttaşlık ve toplumsal iyileşme
Açılım meselesindeki toplumsal psikoloji de tam bu. İnsanlar meselenin bitmesini temenni ediyorlar elbette, bulgulardaki üçte iki seviyesindeki destek de bu temenninin, umudun ifadesi. Öte yandan sürecin vaadinin ne olduğunu, gündelik hayatlarını nasıl etkileyeceğini, devletin rollerine, ekonomiye, hukuka yansımalarının neler olacağını bilmiyorlar.
Toplum uzun süredir kültürel kimliklerine sıkıştı, giderek birbirine yabancılaştı, çoğunluk kendi mahallelerine çekildi ruhen. Öte yandan çok uzun süredir devam eden ekonomik tufan, hayat pahalılığı, işsizlik nedenleriyle sınıfsal gerilimin harareti yükseltti. Gerçek sorunların harareti soyut kutuplaşmaları bastırıyor olsa da ortak alanlardan çok gri alanlarda temkinli pozisyonlar çoğalıyor. Araştırmalarda sıkça duyduğunuz “Kararsızlar çoğalıyor” sözünün nedeni de o. Kararsızlık değil yaşanan, bir sabit pozisyondan kurtulma çabası ama öteki mahalleye de kabul edilemeyeceği kuşkusu, endişesi. Bu duygu da güvensizliğin bir başka yansıması.
Bugün Türkiye, güvenin eksikliğini her katmanında hissediyor. Siyasetten markalara, dijital alandan komşuluk ilişkilerine kadar yayılan bir kırılganlık hali var. İşte bu yüzden açılım meselesinde de odaklanmamız gereken iktidara yandaş ya da muhalif pozisyonlarımızı bir kez daha göstermek, teyit etmek değil. Partilerin oy oranları meselesi de değil. Toplumun ortak yaşama iradesini güçlendirecek, ortak kadere inancı çoğaltacak, yeni bir ortak hikâye yazmak. Toplumsal iyileşmeye ihtiyacımız var.
Bunun belki de en sağlam yolu, eşit yurttaşlık ilkesinden geçiyor. Yurttaş olmak, sadece kimlik ya da pasaport sahibi olmak değil. Aynı zamanda sesinin duyulacağına inanmak, görünür ve önemli sayılmak demek. Eşit yurttaşlık; hakkaniyetin, adaletin, temsilin ve muamelenin eşitliği. Kimlik temelli dışlanmalar yalnızca öfke doğurmaz, güvenin damarlarını da kesiyor. Eşit yurttaşlık hayatın her alanında fırsat eşitliği demek, kimliğinden dolayı ayrımcılığa uğramayacağından emin olmak demek.
Halbuki deneyimimiz böyle değil. Toplumsal hafızamız ayrımcılık hikayeleriyle, yası tutulamayan kayıplarla, yeri doldurulamayan yoksunluklarla dolu. Bugün meselemiz acıları ya da yoksulluğu yarıştırmak değil. Geleceği beraber kurabilmek. O geleceği bu kez beraberce yazabilmenin mümkün olduğunu görür, inanır ve güvenirsek başarabiliriz. Bu ise siyasi alanı daraltarak, toplumu sahne gerisinde tutarak değil aksine siyasi alanı olabildiğince genişletip, sahneyi de bizzat topluma bırakırsak mümkün.
Güven, planla, yasa ile, talimatla inşa edilemiyor. Aynı zamanda bir toplumun birbirine sahici biçimde dokunabilmesi, dinlemesi, kabul etmesiyle kurulabiliyor. Güven kaybolduğunda yerine konabilecek en güçlü şey sahici bir ilişki, samimi bir temas. Göz göze gelmek, aynı hizaya gelebilmek.
Ve bir de en çok şunu hatırlamak gerekiyor: Sadakat ve güven karşılıklı. Devletle yurttaşınki de Türk ile Kürt’ünki de. Güven, kişisel olduğu kadar toplumsal. Ve toplumsal güvenin kalbi ortak geleceğe inançla atıyor. Bunun da ön şartı, o gelecekte her birimizin onurlu yaşamının devletin teminatı altında olacağını bilmek ve inanmak.