Güvensizliğin gölgesinde siyaset: Geçen yıla kıyasla korku düzeyimiz yükseldi, peki neden?

Korku, insan ruhunun en eski yol arkadaşlarından biri. Hayatta kalmanın, tehlikelerden sakınmanın doğal bir parçası. Ama insanlık tarihi, korkunun yalnızca biyolojik bir refleks değil, aynı zamanda toplumsal ve siyasal bir inşa olduğunu da gösterdi. Hele ki bu topraklarda...

Türkiye, yalnızca acılarla değil, o acıların üzerine örülmüş korkularla da yoğrulmuş bir ülke. Ve bugün siyaset, bu korkuları yalnızca temsil etmiyor; aynı zamanda yeniden üretiyor, şekillendiriyor, yönlendiriyor. Son yıllarda giderek daha fazla “İstikrar mı, kaos mu”, “Devlet mi, terör mü”, “Biz mi, onlar mı” ikilemlerinde sıkışan bir siyasal dil hâkim. Şunu biliyoruz, toplumlar bazen umutla, bazen korkuyla bir arada tutulur. Siyasi aktörler özellikle de iktidardaki zihni koalisyonun aktörleri bunu iyi biliyor. Toplumda güçlü bir “biz” yaratmanın iki yolu var, ya ortak bir hayale çağırmak ya da ortak bir tehdide karşı bir araya getirmek. Umutla örülen birliktelikler meşakkatli, uzun soluklu. Halbuki korku daha hızlı çalışıyor. İnsan zihni tehdit karşısında alarm durumuna geçiyor, sorgulamıyor, savunmaya geçiyor. İşte bu yüzden korku, siyasette daima işlevsel bir araç olmuş.

Üstelik Türk kimliğinin bir ana karakteristiği de güvenlik arayışı. Neredeyse 100 yılı aşan Osmanlı’nın parçalanışı sonrası, o güne kadar yurt belledikleri toprakları, bağı, bahçeyi bırakıp Anadolu’ya geri gelmiş insanların soyundan oluşuyor neredeyse toplumun üçte biri. O nedenle vatan kaybetmek gibi bir korku genlerinde var. Üzerine bugünün meseleleri de eklenince zaten korku siyaseti ve korku anlatısı için verimli bir zemin var.

Bugün Türkiye toplumu kaygılarda ve korkularda ortaklaşmış durumda. Veri Enstitüsü’nün “Türkiye’nin değişen yüzü” araştırmalarında birinci sıraya koyduğumuz bulgu buydu: Toplum kaygılarda ve korkularda ortaklaşırken korkular gündelik hayatta baskın hale gelmiş durumda. Bu bulgu ve tespiti önemsiyorum, çünkü bu durumun geçici bir araz, kriz değil kalıcı bir toplumsal değişime dair olduğunu da düşünüyorum.

Bireylerin kaygı ve korkuları hayata ve geleceğe karşı konum alışlarını, gündelik hayattaki tercih ve tepkilerini şekillendiriyor. Evlilik, çocuk sahibi olmak gibi konularda bile korkular belirleyici ağırlığa yükselmiş durumda.

Neredeyse 7-8 yıldır süren ekonomik tufan, pandemi, olağanlaşan depremler, seller, toprak kaymaları, orman yangınları, her gün daha da lümpenleşen toplumsal kutuplaşma, yayılarak sıradanlaşan gündelik hayattaki şiddet ve güvenlik kaygıları, dijital mecralarda artan belirsizlikler, korkuları besliyor. Diğer yandan bu not ettiğim her bir unsur bir diğerini besleyerek gündelik hayattaki korkuları ve bireysel savunma davranışlarına daha da karmaşık bir yapı kazandırıyor.

Ama asıl nedenin belirsizlik ve karmaşıklık esaslı bir karaktere dönmüş olan gündelik hayat ritmine karşı zihinlerimizin ve ruhlarımızın kendimizi savunmasız hissedişi olduğunu sanıyorum. Nitekim, “Genel olarak sizi en çok hangi kaynaklar korkuya sevk eder” sorusuna katılımcıların yüzde 60’ı, geleceğe dair belirsizlikler olduğunu belirtiyor. Bu bulgu, bireysel ya da toplumsal krizlerden ziyade, görünmeyen ve öngörülemeyen risklerin insanlar üzerindeki etkisini ortaya koyuyor. Bir başka önemli bulgu, “Geçen yıla kıyasla genel korku düzeyinizde bir değişim olduğunu düşünüyor musunuz” sorusuna yüzde 37 oranındaki katılımcı “Geçen yıla kıyasla korku düzeylerinin arttığını” beyan ediyor. Yetişkin nüfus içinde yaklaşık 25 milyon kişinin geçen yıla göre korkularının daha da arttığını anlıyoruz. Bu oran kadınlarda yüzde 43’e yükselerek dikkat çekiyor. Yaş ilerledikçe korkuların azaldığını söyleyenlerin oranı düşerken, 50 yaş üzerindekilerin yüzde 42’si korkularının arttığını ifade ediyor.

 

Eğitim seviyesi arttıkça, geçen yıla göre korku düzeyinde bir artış olduğunu söyleyenlerin oranı ciddi şekilde yükseliyor; üniversite eğitimlilerin yüzde 44’ü korkularının arttığını söylüyor. Ayrıca, hayat tarzı modernleştikçe de benzer örüntüyü görüyoruz. Modernlerin yarıya yakını (yüzde 47) geçen yıla göre korku düzeylerinin arttığını beyan ediyor.

Araştırmaya göre en yoğun korku duyulan durumlar sosyal ve politik korkular. İkinci sırada doğal afetler, üçüncü sırada sağlık ve yaşlılık problemleri, dördüncü sırada kişisel güvenlik endişeleri, ardından yoğunluk sırasıyla ekonomik korkular, teknolojik korkular geliyor.

Veri Pusulası’nın bulguları yalnız bireylerin korkularını değil, Türkiye toplumunun bastırılmış endişelerini ve ortak kırılganlıklarını da gözler önüne seriyor. Korku artık kişisel olmaktan çıkmış; toplumsal bir iklime, kolektif bir ruh hâline dönüşmüş durumda. Çünkü en dikkat çekici bulgu, toplumsal korkuların bireysel olanlara baskın gelmesi. Türkiye’nin bölünmesi, iç savaş, yargı bağımsızlığının kaybı gibi başlıklar, bireysel sağlık ya da fobilerden daha fazla korku yaratıyor. Bu da gösteriyor ki insanlar yalnızca kendi canlarından değil, birlikte yaşamanın zemininden, kurumlara ve geleceğe dair güvenin yitip gitmesinden korkuyor.

Araştırma bulgularının detaylarında öne çıkan noktalardan bir diğeri, kadınların güvenlik korkularının toplumsal bir alarm niteliğinde olduğu. Kadınların yüzde 80’i toplu taşımada taciz ya da saldırıya uğramaktan korkuyor. Şiddet, kapkaç, haksız yere hapse girme gibi başlıklarda kadınların korku düzeyi her seferinde erkeklerden belirgin biçimde daha yüksek. Bu korkular artık bireysel değil; yapısal ve sistemik bir soruna işaret ediyor.

Bir başka bulgu, 30-49 yaş arası bireylerin de dikkat çeken bir başka kırılgan grup oluşları. Hem çocuklarının geleceğini hem kendi yaşlılıklarını hem de bugünün geçim derdini aynı anda omuzlayan bu kuşak; yalnız yaşlanmaktan, depresyondan ve kontrolü kaybetmekten endişe ediyor. Modern çağın yalnızlaştırdığı, ekonomik baskı altında ezilen bu yaş grubunun yükü çok ağır.

Araştırma ayrıca sosyal medya kullanımının korku düzeyini artırdığını ortaya koyuyor. Günde 4 saatten fazla sosyal medyada zaman geçirenlerde korkular daha yoğun yaşanıyor. Yani sadece yaşadıklarımız değil, sürekli maruz kaldıklarımız da zihnimizdeki korku haritasını şekillendiriyor.

“Ben kimim?” değil, “Kimden korkarım?”

Araştırma kaygı ve korkuların gündelik hayatta artık ekonomik imkanlar, “iyi, doğru, güzel” kabulleri, hatta kültürel ve sınıfsal kimlikler kadar önemli bir hale geldiğini gösteriyor. Öte yandan korkuların türü değişiyor olsa da toplumsal korkularımızın tarihsel meselelerden, travmalardan, tutulamayan yaslardan, içe bastırılan acılardan kaynaklandığını da biliyoruz.

Diyebiliriz ki Türkiye’de siyasal kimliklerin oluşumu büyük ölçüde korkular üzerine kurulu. Kimi zaman devletin ideolojik reflekslerinden, kimi zaman toplumun tarihsel travmalarından beslenen bu korkular, yurttaşları belirli siyasal kutuplara yönlendiriyor. Bugün bir yurttaşa “Neden bu partiye oy veriyorsun?” diye sorduğunuzda aldığı hizmetleri değil, geçmişte yaşadığı ya da gelecekte yaşamaktan korktuğu travmaları anlatıyor. Dindar seçmen, 28 Şubat’ta yaşananları unutmamış; seküler yurttaş, “Şeriat geliyor” korkusunu diri tutuyor; Kürt yurttaş, bir kimlik mücadelesinden çok, var olma savaşı verdiğini hissediyor.

Kimlikler, umutlardan çok korkularla örülüyor. Aidiyetler, ortak hayallerle değil, ortak tehditlerle pekişiyor. Ve siyaset, bu korkuları hem birleştirici hem ayrıştırıcı bir araç olarak kullanıyor. Her siyasi kutup, kendi tabanını tehdit algısıyla kenetliyor; öteki tarafı ise tehdidin kendisi olarak tanımlıyor. Bu nedenle, siyasal alan bir tartışma ve uzlaşma zemini olmaktan çıkıp, bir savunma ve saldırı alanına dönüşüyor. O nedenle siyaset müzakere zeminine dönüşemiyor, hep münakaşa ve münazara zemini olarak kalıyor.

Korkunun siyasetteki en derin etkilerinden biri, kamusal düşünce alanını daraltması. Sadece seçmen değil, akademisyen, gazeteci, sivil toplum aktörü de bir tür otosansürle yaşamaya başlıyor. Çünkü siyasal iklimde umutlar değil korkular söyleniyor, fikirler değil, niyetler sorgulanıyor. “Bu anayasa değişmeli” dediğinizde niyetiniz üzerinden bir cepheye yerleştiriliyorsunuz. Kimin ne söylediğinden çok, hangi safta durduğuna göre hüküm veriliyor. Söylemler tartışma ve uzlaşma arama temelli değil her seferinde bir kez daha pozisyonunuzu ilan etme amaçlı hale dönüşüyor.

Korkuların hafızası ve siyasetin travmaları

Bu ortamda eleştirel düşünce, çoğulculuk, farklı bakış açıları ya baskılanıyor ya da kriminalize ediliyor. Korku siyaseti, böylece sadece bireyleri değil, toplumsal aklı da esir alıyor. Kamusal alan, çoğulculuğun değil, hizaya gelmiş sadakatin alanına dönüşüyor. Farklı sandığımız herkes ve her fikrin ortaklaştığı bir alan oluşuyor, o da herkesin pozisyonuna ve kendisine aşık oluşu.

Nitekim Türkiye’de siyasal tercihlerde ekonomi, hizmet, liyakat gibi rasyonel ölçütler etkili olsa da birçok durumda belirleyici olan korkudur. Seçmen, değişim istemesine rağmen, bilinmeyenden ya da daha kötüsünden korktuğu için mevcut duruma razı oluyor. Bu nedenle siyasetçilerin en çok kullandığı argüman, karşı tarafın kim olduğu değil, neye yol açabileceğidir: “Bunlar gelirse ülke bölünür”, “Laiklik elden gider”, “İstikrar bozulur”, “Dış mihraklara teslim oluruz.”

2023 seçimleri, bu dinamiği çok net ortaya koydu. Derinleşen ekonomik krize, merkeziyetçiliğin ve keyfiliğin ürettiği yönetim problemlerine rağmen, seçmenin önemli bir bölümü iktidara oy vermeyi sürdürdü. Çünkü kendisini daha güvende hissettiği yer orasıydı. Muhalefet ise umut inşa etmek yerine, çoğu zaman aynı korkuların içine sıkıştı. Böylece seçim, geleceğe dair bir tercih değil, daha büyük bir tehditten, kaos ve karmaşadan kaçınmaya dair bir refleks haline geldi.

Tüm bu tabloya rağmen Türkiye’de umut da hâlâ canlı. Genç kuşaklar, kadınlar, işçiler, Kürtler, Aleviler, sekülerler, dindarlar… Her kesimden insan, farklı gerekçelerle olsa da mevcut korku siyasetine karşı bir arayış içinde. Yeni bir hikâyeye, kapsayıcı bir dile, ortak bir geleceğe ihtiyaç var. Bu umut, sadece siyaseti ya hamaset ya direniş söylemiyle değil, aynı zamanda siyasetin yapma biçiminin değişmesiyle büyüyebilir.

Toplumun büyük kısmı değişime hazır; ama siyaset o değişimin gerisinde. Siyasetçiler hâlâ korkulara yaslanarak düzeni sürdürmeye çalışıyor. Oysa gerçek güç, korkuyu azaltan değil, umut inşa edende. Yurttaşlar, yalnızca kimin “daha az tehditkâr” olduğuna değil, kimin “daha fazla ortak gelecek tahayyülü sunduğuna” bakmak istiyor. Bu nedenle bugünün açmazlarından biri, sadece otoriterleşme değil; yanı sıra bu otoriterliğe dayanak olan korku rejiminin sürekliliğidir. Korku, siyaseti bastırıyor; ama aynı zamanda toplumun yaratıcılığını, enerjisini de bastırıyor. Giderek korkulardan beslenen algılar otoriterliğe toplumsal rıza üretiyor.

O nedenle belki de can alıcı soru şu, korkularımızla, travmalarımızla yüzleşmeyi nasıl sağlayabiliriz? Çünkü korkular azaldıkça, siyaset değişebilir. Umut büyüyebilir. Ortak geleceği, onurlu yaşamı belki o gün konuşulabilir hale geliriz. Ve belki o zaman, Türkiye için yeni bir başlangıç mümkün olur.