Cumhuriyetin en önemli toplumsal kazanımları arasındaydı; alın teriyle, emeğiyle, ahlakıyla bir bireyin daha iyi bir hayat kurabilmesi, sınıf atlamasının mümkün olması. Herkesin ortak hayaliydi bu, çocuklarının kendisinden daha iyi bir hayat sürebileceği bir ülke bırakmak. Bu hayal yalnızca bireysel başarı değil, aynı zamanda ortak geleceğe dair bir umut ve toplumsal dönüşümün de taşıyıcısıydı. Ahlaklı kalmanın ve alın teriyle var olmanın bir değer olarak karşılık bulduğu bir düzende, başarı bireyin olduğu kadar ailesinin de kaderini değiştirebilirdi.
Ama artık o hayali taşıyabilmek kolay değil. Bugünün Türkiye’sinde, uzun zamandır biriken keyfiyet, her alana sirayet eden partizanlık, çeteleşme ve cezasızlık düzeni bu toplumsal sözleşmeyi çözüyor. Sınav sorularının çalındığı, mülakatlarda liyakatin değil sadakatin arandığı, sahte diplomaların yüksek makamlara giden yolu açtığı bir ülkede eğitimle, emekle, ahlakla başarılı olma ihtimali giderek buharlaşıyor.
Her gün başka bir skandalla uyanıyoruz. Yasal olanın değil, iktidara yakın olanın kazanabildiği, kuralsızlığa razı olmadan var olmanın neredeyse mümkün olmadığı bir düzene alışmamız bekleniyor. Giderek hayatımızdan “edep, adap, ayıp” çıkmış, “suç ve ceza” keyfileşmiş, dindar iddiaları baskın olduğu varsayılan bir iktidar döneminde “haram, helal, günah” kavramları bile hayatımızdan çıkarılmış. Üstelik bu çürümenin sergilenişindeki, normalleştirilmesindeki cüretkarlıklar korkutucu.
Bu tablo en çok da gençlerin umudunu çalıyor. Çünkü geleceğe dair hayalleri değil, geleceksizliğe dair korkuları konuşuyoruz. Umut yerine beklentisizlik, ortak gelecek yerine kişisel kaçış senaryoları geçiyor.
Oysa bu topraklar yeniden ortak hikayeye, yeniden emekle, ahlakla var olunabileceğine dair bir inanca ihtiyaç duyuyor. Ve belki de en çok bunu savunmak gerekiyor; alın teriyle ve insan olmanın değerleriyle yaşamanın onurunu yeniden kurabilmek…
Donmuş gölde yaşamak
Donmuş bir gölde yaşıyor gibiyiz. Okurların hatırlayacaklarını umuyorum, donmuş göl metaforunu Türkiye toplumunun bastırılmış sorunlarını, ötelenmiş yüzleşmelerini ve çözümsüzlüğün sürekliliğini anlatmak için kullanıyorum sık sık.
Gölün üstü donmuş; yüzeyde bir sükunet, hareketsizlik, istikrar görüntüsü var. Sabahın buğusu gibi görünen yoğun bir sis gölün üstünde. Bir bakışta net görülmüyor gölün üstü; sisin ve buzun altında neyi barındırdığı uzaktan anlaşılmıyor. Ama altı hareketli; toplumun gerçek gündemleri, geçim sıkıntıları, yoksulluklar, yoksunluklar, bastırılmış kimlik talepleri, eşitsizlikler, korkular ve değişim arzusu suyun altında bazen iç içe bazen ayrı akıntılar şeklinde devam ediyor. Yani toplum sanki durağan ve sabit görünüyor ama aslında alt katmanlarda büyük bir gerilim birikiyor. Bu gerilim bir ortak hayat, ortak gelecek arayışına dönebilirse enerji kaynağı.
Öte yandan bu gerilim korkular, ötekileştirmeler, şeytanlaştırmalarla manipüle edilirse tamiri çok zor iç gerilimlerin de kaynağı. Çünkü gölün yüzeyindeki o buz, kalın bir güvenlik tabakası değil, ince bir kırılganlık zemini de aynı zamanda. Üzerine fazla yük bindiğinde veya bir darbe geldiğinde buz kırılır, bastırılan ne varsa yüzeye fırlar, saçılır. Kırılma ve saçılma duygu dünyasında bir daha bir araya gelmesi mümkün olmayacak parçalanmalara enerji olur.
Umut, farklılıklarla birlikte yaşam cesaretinde
Geçen hafta korkuların nasıl bireysel bir duygudan çıkıp toplumsal bir iklime, kolektif bir ruh hâline dönüştüğünü yazmıştım. Türkiye’de siyaset de uzun süredir bu karanlık odada, korkuları yeniden üreten, şekillendiren ve yöneten bir araç olarak çalışıyor. Her seçim dönemi bir varoluş referandumuna, her farklılık bir güvenlik tehdidine, her eleştiri bir düşmanlığa dönüştürülüyor. Oysa artık şunu sormalıyız: Bu karanlık döngüden çıkmak mümkün mü? Korkunun gölgesinden sıyrılıp umudu konuşmaya başlayabilir miyiz?
Bence asıl sorumuz artık bu olmalı: Nasıl bir siyaset, bu toplumun yeniden nefes almasını sağlar? Nasıl bir siyaset toplumun önüne yeni bir yön, hedef, hikâye koyabilir?
Önce bir gerçeği teslim ederek başlayalım: Umut sadece bir duygu değil, bir inşa süreci. Hem zihinsel hem kurumsal hem de kültürel düzlemde örülmesi gereken bir siyasal mimari. Umut siyasetinden kastım romantik bir iyimserlik değil; gerçekliğe sırtını dayayan, yurttaşın hayatına dokunan, çoğulculuğu esas alan, onurlu yaşam hakkı temelli bir yeni siyasal tahayyül.
Umut siyaseti dediğimiz şeyin yolu, kimlik siyasetini aşmaktan geçiyor. Ama çok kritik bir ayrım var: Kimlik siyasetiyle yüzleşmeden, kimlik taleplerini tanımadan bu eşiği geçemeyiz. Türkiye’de uzun süredir kimlikler ya bastırılan ya da araçsallaştırılan olgular ve kutuplaştırma aracı olarak siyasetin konusu oldu. Oysa kimlikler sadece bireysel aidiyetler değil; tanınma, eşitlenme ve saygı görme taleplerinin taşıyıcısı.
Bugün Kürt yurttaşın talebi ayrılmak değil, tanınmak. Alevi yurttaşın beklentisi imtiyaz değil, eşit yurttaşlık. Kadınların arzusu ayrıcalık değil, güvende yaşamak. Gençlerin aradığı şey lütuf değil, gelecekte bir yer. Bütün bu taleplerin altında yatan dürtü şu: Bu toplumun tam ve eşit parçası olmak istiyoruz. Umut siyaseti, bu talepleri kriminalize ederek değil, tanıyarak başlıyor. Kimlikleri bir “tehdit” değil, birlikte yaşamanın taşıyıcısı olarak görmek zorundayız. Çünkü artık toplum, yalnızca temsil değil, tanınma ve dönüşüm istiyor.
Araştırmalarda “geleceğin Türkiye’sini” tanımlayan temel ve müşterek değerlerin neler olduğunu sorduğumuzda birinci sırada “adalet” söyleniyor. Üstelik erkek-kadın, genç-yaşlı, Türk-Kürt, Sünni-Alevi, muhafazakar-seküler, iktidar yandaşı-karşıtı olmak fark göstermiyor, herkesin ilk talebi adalet. İkinci adımda adalet kavramına yüklenilen anlamı sorguladığımızda görünen şu: Kürtler, Aleviler tanınma adaleti, bu topraklarda var olduklarının kabulünü istiyor. Kadınlar, gençler ve hemen herkes katılım adaleti, kendi hayatlarına dair kararlara katılmak istiyor. Yoksullar gelir adaleti istiyor.
Herkes kendi kimliğiyle, tercihleriyle ve hikayesiyle bu toplumun parçası olmak istiyor. Herkesin eşit ve onurlu yurttaş olduğu duygusunu yaratan bir dil kurulmadan umut siyaseti gerçek olmaz. Çünkü umut, bir olmak, birlik olmak değil, birlikte olabilmek duygusundan besleniyor.
Umut gerçeklikle başlar: Sorunları bastırma, adını koy
Toplum artık soyut kavramlara değil, somut hikayelere ihtiyaç duyuyor. “Yeni Türkiye” ya da “Büyük Vizyon” gibi başlıklar, eğer toplumun yaşadığı belirsizlikle yüzleşmiyorsa karşılık bulmuyor. Umut inkar ederek değil, yüzleşerek kurulur. Bugün Türkiye’de siyaset ya hamasetle ya da felaket senaryolarıyla yapılıyor. Ama toplum, artık ne büyük vaatlere ne de büyük tehditlere inanmıyor. Gerçekliği görmek istiyor. Sorunların açıkça konuşulmasını, karmaşıklığın kabul edilmesini, çözümün birlikte aranmasını bekliyor.
Peki bu umutsuzlukta hiç ışık yok mu? Veri Enstitüsü araştırmalarında gördüğümüz gibi toplum değişiyor. Sessizce, gürültüsüzce ama derinden. Bugünün Türkiye toplumu ne 30 yıl öncenin ne 10 yıl öncenin ve hatta üç yıl öncenin toplumu değil artık. Trend, eğilim gibi kavramlarla analiz edilmeye, anlatılmaya çalışılan çok şeyin toplumda kalıcı duygusal ve zihni değişikliklere dönüşmekte olduğunu görmeliyiz.
Gençler daha özerk, kadınlar daha özgürlükçü, kentlileşen orta sınıflar daha güvenceli bir yaşam istiyor. Öte yandan toplum artık tek eksende bölünmüş değil; çok boyutlu, çok yönlü ve katman katman bölünmüş durumdayız. Bir yanda yalnızlık, yorgunluk, kırılganlık; diğer yanda umut, ortaklaşma ve yeni yaşam arayışları var.
Türkiye küresel krizler yumağı ve çağ değişimini kendi tarihsel, ekonomik ve sosyolojik gerçeklikleri, gerilimleri ve güncel kutuplaşmaları, krizleri nedeniyle daha derinden yaşıyor. Türkiye toplumu gecikmiş bir modernleşme yaşıyor fakat bu süreç kutuplaşmalar nedeniyle parçalı ve siyasal, kimliklere sıkışmalar nedeniyle ortak ufuktan kopuk ve kültürel, ekonomik tufan nedeniyle sınıfsal katmanları ve krizleri içinden yaşanıyor. Her bireyin, her yurttaşın ortak ufku işaret eden, “iyi, doğru, güzel” referansları olarak alabileceği, kendine örnek, idol, model kabul edeceği adreslere, kurumlara ihtiyacı var. Bugünün karmaşıklık ve belirsizlik esaslı gündelik hayatı içinde pusulasızlık en büyük sorun. Ve bu pusulasızlığa, yönsüzlüğe cevabı siyaset verebilir.
Siyasetin yeniden pusula olması mümkün
Ama siyaset bu değişimi görmekte geç kalıyor. Hâlâ 1990’ların kutupları, 2000’lerin değer çatışmaları üzerinden pozisyon alıyor. Oysa yeni Türkiye hikayesi, yenilenen sosyolojinin taleplerinden doğmalı. Siyaset uzun zamandır seçim kazanma odaklı. Ama toplum artık siyasetin “nasıl” yapıldığına da bakıyor.
Örneğin katılımcılık olmadan artık siyaset yapılamaz, hatta anayasa da olmaz. Bu, yalnızca katılımı teşvik etmek değil, söz ve karar süreçlerini gerçekten toplumsallaştırmak demek. Mahalle meclislerinden dijital danışma platformlarına, yerel sorun çözüm süreçlerinden milletvekili adaylarının belirlenmesine kadar, siyasetin her düzeyinde yurttaş katılımı mümkün. Katılım, yalnızca seçimde sandığa gitmek değil; yaşamına dair kararlarda söz sahibi olmak demek.
Toplum, kendi sesini duyduğu yerde, kendini var hissettiği süreçlerde umutlanıyor. Umut siyasetini yalnızca siyasal partilerden, liderlerden beklemek doğru da değil. Her kesimi -sivil toplum, akademi, medya, kültür üreticileri, yurttaşlar-bu sürecin parçası. Umut birlikte üretilirse gerçek olur. Herkesin kendi küçük alanında bu umudu büyütme sorumluluğu var. Ve belki en çok, insanlar birbirini yeniden dinlemeye başladığında umut kendiliğinden büyür.
İhtiyacımız olan budur. Siyaseti hayatın her alanına yaymaya, örgütlemeye çalışmak. Mecliste tüm meselelerimizin çözümünü, umudu yalnızca 51 kişilik komisyona bırakarak değil, her gün konuşarak, birbirimizi dinleyerek siyasi alanı genişletebilir.
Belki o zaman korkular değil, hayaller konuşulur. Belki o zaman kimlikler duvar değil, köprü olur. Ve belki o zaman, Türkiye için yeni bir başlangıç mümkün olur.
Donmuş göl metaforuna dönersek, umut, donmuş gölün buzunu kırıp, altındaki suya dokunmaktır, gerçeği görmektir. Hayat var orada, insan var, hareket var. Umut, o hayatla temasa geçme cesareti belki de. Ve o cesareti, şimdi tam da bu zamanlarda hatırlamak, yanı sıra siyasetçilere de sürekli hatırlatmak zorundayız.
Oksijen'den alınmıştır.