Yeni süreç, yeni stratejiler: İktidardaki çatlaklar ve çelişkiler muhalet için tuzak mı, yoksa fırsat mı?

İktidarın bütünlüklü görünümünün ardında çatlaklar, çelişkili değil tamamlayıcı stratejiler ve çoklu merkezler var. CHP ve diğer muhalif aktörlerin bu karmaşık denklemde yalnızca Erdoğan’a odaklanmayan, çok aktörlü ve stratejik sabırla örülmüş bir siyaset geliştirmesi gerekiyor. İktidar, muhalefeti şekillendirme ve yalnızlaştırma stratejisi yürütürken, eşzamanlı olarak PKK ile barış sürecini gündeme taşıyor. Bu çelişki, muhalefet için hem tuzak hem fırsat barındırıyor; önemli olan sürece ilkeli ve aktif bir siyasal pozisyonla dahil olabilmek

Krizler yumağından geçiyoruz. Siyasi alana, siyasi aktörler arası mücadeleye baktığımızda bir oyunu değil bir oyunun birden çok yüzünü ya da birden çok oyunun birden çok yüzünü aynı anda izliyoruz. 

Yaşananları tek bir açıklamaya sıkıştıran, spekülatif, bilgiye değil dedikoduya dayalı, komplo teorilerinden beslenen, şehvetli açıklamalarla vaziyeti kavramak kolay görünmüyor. Ya da gerçekten yaşananların basit bir açıklaması var; iktidar muhalefetsiz, seçimsiz bir otoriterlik peşinde demek her şeye yetiyor. Bilmiyorum ama anlamaya çalışıyorum.

Dünyadan, bölgeden, kendi meselelerimizden, sosyal, ekonomik, siyasal krizlerin çokluğundan ve karmaşıklığından bakınca daha serinkanlı analizlere ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Eğer memleketin geleceği için dertlenen, burnunun direği sızlayan insanlar isek keskin hükümlere varmak kendimizi hikâyenin dışına çekmek oluyor. Çünkü eğer her şey bu kadar net ve kaçınılmaz ise, yaşananlara hiçbir dahlimiz olmayacaksa yapılacak şey, susmak, yazmamak, hiçbir beklentinin ve gayretin içinde olmamak demek. Yabancılaşıyoruz, siyasete, sorunlara, memlekete, dünyaya ve kendimize. Ruhumuzla bedenimiz, zihnimizle gönlümüz ayrışıyor giderek. Bu kişisel, toplumsal dağılma, beklentisizlik, inançsızlık, geleceksizlik psikolojisine teslim olamayız. Kendimize yabancılaşmak yerine bu karmaşadan çıkış yollarına odaklanan, olanların ardındaki anlam arayışlarının daha doğru olduğunu düşünüyorum.

 

Tek bir başrol oyuncusu yok belki de

Türkiye siyasetinin bugünkü tablosuna baktığımızda, yüzeydeki çelişkili dinamiklerin ardında birbirini tamamlayan daha derin bir stratejik diziliş olduğunu görüyoruz. Bir yanda yargı eliyle muhalefeti, özellikle CHP’yi hedef alan yoğun bir siyasi baskı; diğer yanda PKK’nın silah bırakma açıklaması ve DEM Parti ile açılan yeni bir siyasal diyalog süreci. İlk bakışta çelişkili gibi duran bu ilk iki hattın, aslında aynı anda yürüyen iki stratejik hamle olduğunu fark etmeliyiz. Bu iki süreci çerçeveleyen, daha ileriye taşımayı hedefleyen, henüz fikir egzersizleri seviyesindeki yeni anayasa süreci de üçüncü bir süreç olarak önümüzde. 

Üç sürecin başrol oyuncuları belli gibi görünse de gördüklerimiz her birinin içindeki farklı aktörlerin, farklı dinamiklerin senaryoları, niyetleri, hamleleri olabilir. Yani tüm yaşananların bir üst akıl, bir derin yapı, bir mütevelli heyeti tarafından yönetiliyor kabulü doğru değil. Devletin ve iktidarın her yönüyle yekpare, monolitik bir yapı olmadığını; içindeki farklı aktörlerin, farklı çıkar ve beklentilerle hareket ettiğini de göz önünde bulundurarak konuşmalıyız. Biz analizler yaparken genellikle aktörler üzerinden pozisyonlar, hizalanmalara odaklanıyoruz. Halbuki bugün karşımızda olan her bir aktörün, partinin, kurumun, sivil toplum örgütünün içinde yaşanan temel krizler yumağı içindeki pozisyonlar bakımından ayrımlar, farklılaşan aktör içi gruplar var.

O nedenle yargı, güvenlik güçleri, bürokrasi de yekpare değil. İktidarı oluşturan koalisyonun siyasi aktörlerini biliyor olsak da iktidarın ardındaki zihni koalisyonun aktörleri tanımlı değil. Devlet ve iktidar, dışarıdan yekpare, bütünlüklü bir yapı gibi görünse de aslında çok aktörlü, çok merkezli ve çoğu zaman birbirinden farklı motivasyonlara sahip farklı gruplardan oluşuyor gibi görünüyor. 

AK Parti, MHP, bürokrasi, sermaye, güvenlik bürokrasisi ve yargı gibi aktörlerin her biri kendi çıkar ve pozisyonlarını korumaya çalışıyor. Bu aktörler zaman zaman uyum içinde hareket ederken, zaman zaman birbirini dengeleyen ya da frenleyen adımlar atabiliyor. Üstelik her bir aktör de içinde farklı gruplar barındırıyor.

Örneğin Bahçeli’nin açılım sürecindeki samimiyeti ve kararlılığı muhtemelen iktidar blokundaki salınımları engelledi. Şimdi yine Bahçeli’nin İmamoğlu davasının ekranlarda canlı yayınına olumlu yaklaşımı sürecin gidişatını etkileyebilecek potansiyele sahip olabilir.

Eğer böyleyse, muhalefet aktörlerinin ve özellikle CHP’nin iktidar içindeki bu çatlaklara kör olmadan; tersine bu çatlaklardan sızan sinyalleri doğru okuyarak pozisyon alması gerekiyor. Örneğin, Bahçeli’nin sert milliyetçi çizgisine rağmen açılım sürecine öncülük ediyor olması, devlet içinde yeni bir pozisyonlanmayı ima ediyor olabilir.

Siyasetin imkanları açısından bakıldığında bu çok aktörlü yapı, birden fazla oyun alanı ve birden fazla denge noktası olduğu anlamına gelir. Bu, muhalefetin CHP’nin ve hatta sivil toplumun yalnızca Erdoğan’a bakarak değil, farklı aktörlerin çıkar uyumsuzluklarını stratejik olarak değerlendirebileceği yeni bir siyasi alan demektir. Yani gerilim ve siyasi rekabet sadece Erdoğan veya iktidar ile CHP arasında değil. Siyasi alandaki oyun çok aktörlü, çok boyutlu ve dinamik. Hatta yalnızca bizim meselelerimizden vücut buluyor değil aynı zamanda bölgesel ve küresel. Tam da bu nedenle olan biteni tek bir senaryodan anlamlandırmak ve bu anlamdan siyasi tutum ve pozisyon üretmek doğru değil.

Öte yandan olaylar, süreçler, müdahaleler arasındaki diyalektik ilişkiyi, birbirlerini etkileyen, çoğaltan, besleyen, engelleyen şeyleri de ıskalayarak meseleleri kompartımanlaştırmak da doğru değil. 

İktidara, yargılamalara itirazı aşan düzene muhalif siyaset örmek

İktidar kendi otoritesine karşı hiçbir siyasal meydan okumaya izin vermemek niyetinde olduğunu defalarca gösterdi. Özellikle son on yıldır oldukça kapsamlı bir strateji ile siyasi alan çerçevelenerek denetim altına alınmaya çalışılıyor. Sivil toplum, odalar, sendikalar iki katmanlı bir hamleyle etkisizleştirildi. Var olan hemen her sivil örgütlenmenin simetrisi, iktidar yandaşı bir aktör oluşturuldu. Diğer yandan muhalif sivil toplumun her bir hareketi, eylemi denetim altına alındı. Terör örgütü olmasa da teröre destek gerekçesiyle yaygınlaştırılan soruşturmalar, sosyal medya mesajlarına, sokak röportajlarına tutuklamaya varan müdahaleler, gösteri ve protesto hareketlerine karşı aleni şiddet politikalarıyla bir bakıma siyasi alan ile toplumun arasındaki ilişki koparılmaya çalışıldı. 

Bugün iktidarın hamlesi artık doğrudan muhalefetin başaktörü CHP’ye dönük. 19 Mart’ta İmamoğlu’nun tutuklanmasının ardından dalgalar halinde gelen tutuklamalarla her hafta süreç daha da derinleşiyor. CHP’ye dönük siyasi kuşatma artık açık ve sistematik bir nitelik taşıyor. Bu, yalnızca bireyleri hedef alan bir operasyon değil; muhalefetin tüm unsurlarını yıldırmaya ve yalnızlaştırmaya dönük daha geniş bir stratejinin parçası. Dolayısıyla mesele bir yargı süreci değil; iktidarın muhalefeti şekillendirme ve karşısına çıkacak adayı da belirleme çabası. Bunu beceremezse de belki de CHP’yi tasfiye hamlesi de olabilir. 

Barışa açılan kapı kapatılan alan

CHP’nin ve genel olarak muhalefetin iktidarın güvenlik güçleri ve yargı eliyle yürüttüğü baskı siyasetini yalnızca mağduriyet söylemiyle karşılaması yetersiz kalıyor. Muhalefete sistematik baskılar devam edecek. Çünkü iktidarı oluşturan zihni koalisyon muhalefete, özellikle de sol fikriyata karşı siyasal olduğu kadar psikolojik bir karşıtlık duygusuna sahip. O nedenle sol muhalefeti siyasi rakip olarak değil düşmanlaştıran, şeytanlaştıran bir duygu ve aklın ürettiği politikalarla karşı karşıyayız. İmamoğlu başta olmak üzere belediye başkanlarına, Demirtaş dahil Kürt siyasetçilere, gazetecilere ve diğer muhalif figürlere yönelen yargı süreçleri yalnızca kişisel değil, siyasal birer hamle. 

Bu hamlelere karşı kolektif bir direnç hattı örmek gerek. Hukukun, adaletin ve demokratik siyasetin yeniden inşasını hedefleyen yeni bir siyasal dil inşa edilmeli. Kısaca yalnızca güncele itiraz ve iktidara muhalefetten öte düzene muhalefet örgütlemeli. 

Bu nedenle CHP ve tüm muhalif aktörler, iktidarın otoriterleşme çabalarına karşı uzun vadeli bir mücadeleye hazırlanmalı. Kısa vadede bir düzelme ya da erken seçim beklentisine kapılmadan, stratejik sabırla ve sistematik bir hazırlıkla bu uzun yürüyüşe hazırlanmak gerek.

Aynı zaman aralığında ise Kürt meselesinde yeni bir eşikteyiz. Bahçeli’nin ekim ayındaki sürpriz çağrısıyla başlayan süreç Öcalan’ın görüntülü çağrısıyla başka bir evreye geldi. Öcalan’ın yeni ideolojik okuma ve pozisyon önerileriyle gelişen, DEM Parti’nin çağrıları, PKK’nın kendini fesih ilanı ile yürüyen süreç bugün kameralar önünde silah bırakma töreni aşamasına geldi. 

Kabul edelim ki ister bölgesel dinamiklerin etkisi ister devlet ve iktidarın içindeki farklı aktörlerin farklı müdahaleleriyle bu noktaya gelinmiş olsun, ülke için de Kürt meselesi için de çok önemli bir kavşağa gelindi. Gelinen aşamayı ve sonrasını onaylamamak, desteklememek mümkün değil. Kim samimi, kim değil sorularına sıkışıp kalmak, kime yarar, neye yarar sorgulamasından pozisyon üretmek de doğru değil. 

Nitekim silahların bırakılmasının ve TBMM’de kurulacak komisyonun çalışmalarının önemli olduğuna vurgu yapan Öcalan “Atılan adımların boşa çıkmayacağını biliyorum, samimiyeti görüyor ve güveniyorum” diyor. Şunu anlıyoruz ki devletin ve iktidarın da PKK ve genel olarak Kürt siyasetinin de barış için açık bir irade beyanı var. Şu aşamada elimizdeki en önemli kazanım da budur.

Ancak aynı süreç, CHP’ye yönelik baskı politikalarıyla eşzamanlı yürütülüyor. Bu durumun bir açıklaması, iktidarın muhalif bloku parçalama, CHP ve DEM dahil her bir muhalif aktörü yalnızlaştırma politikasının bir parçası olabilir.  Açılımı yalnızca kendi kontrolünde yürütmek istemesi, muhalefetin, özellikle de CHP’nin bu süreçte etkili bir özne olmasını engellemeyi hedeflemesi de olabilir. 

Oyunun kuralını değiştirmek

Başta CHP, muhalefetteki her bir aktör Kürt meselesine dair açık, ilkeli, tutarlı ve geleceğe dönük bir pozisyon geliştirmeli, kamuoyuyla paylaşmalı. Bu pozisyon, kenardan süreci alkışlamak değil; demokratikleşmeyi ve eşit yurttaşlığı önceleyen bir siyaseti örmeyi hedeflemeli. DEM Parti ile kurulan ilişkide ne mesafe ne de kayıtsız ortaklık esas alınmalı; karşılıklı kabule dayalı, ortak yaşamın inşasına dönük bir siyasi bağ kurulmalı. 

Sonuç olarak, devlet ve iktidar tek bir irade değil, çoklu aktörler, çoklu dinamikler ve karmaşık ilişkiler ağı. CHP ve muhalefetin bu ağı analiz edebilecek siyasi zekâyı ve stratejik sabrı göstermesi, bu kuşatmayı yaracak kırılma noktalarını yaratabilir. Muhalefetin yalnızca CHP mitinglerine ve genel başkanının konuşmalarına yaslanan, tek tip bir stratejiyle değil, çok merkezli, çok dilli, çok yönlü bir siyasi akılla hareket etmesi gerek.

CHP’nin elinde güçlü bir toplumsal taban, yaygın bir örgüt ağı ve toplumsal meşruiyet var. Ancak bu gücün siyasal alanda etkin bir karşılık bulabilmesi için partinin stratejisini birkaç temel eksende yeniden düşünmesi gerekiyor. Topluma güvenmek ve sabırlı olmak, bu dönemin belki de en önemli siyasal meziyetidir. Büyük bir krizler yumağının içinde insanlar yaşama tutunmaya çalışıyor. Bu nedenle siyasal iletişim, korkuyu büyüten değil, güveni inşa eden bir dile dayanmalı. Sakin kalmak, örgütlü ve istikrarlı bir biçimde bu sükuneti korumak, toplumsal psikolojinin yönünü, tonunu belirleyebilir. Muhalefetin stratejisi, yalnızca erken seçime ve halkı sandığa götürmeye değil, halkla birlikte uzun soluklu bir demokratik direniş ve örgütlenme süreci yürütmeye, siyasi alanı genişletmeye, toplumu siyasete çekmeye dayanmalıdır.

Sonuçta meselemiz, bir partinin seçim kazanmasından çok daha fazlasıdır. Mesele, bu ülkenin geleceğini, ortak yaşamını ve barışını nasıl inşa edeceğimizdir. CHP, ancak bu büyük hedefin taşıyıcısı olabildiği ölçüde bugünün kuşatmasını yarabilir. Bu da ancak sofistike, sabırlı ve çok katmanlı bir siyasal akılla mümkündür. Direnmek yetmez; aynı zamanda kurmak gerekir. Hem demokratik siyaseti hem de ortak hikâyemizi yeniden kurmak.