Avrupa’da aşırı sağın yükselişi AB ile ilişkilerdeki belirsizliği artırıyor

Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkiler her zaman AB’ye hâkim siyasi konjonktürün türevi olan bir zeminde yol almıştır.

Dünkü yazımızda da hatırlattığımız üzere, 1999 yılı sonunda Türkiye’ye AB’ye tam üyelik adaylığının önünün açılması, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte o dönemde Avrupa kıtasında esen liberal, çoğulcu rüzgârların da bir uzantısıydı.

Ayrıca unutmayalım ki, gerek AB’nin 1999 Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’nin tam üye adaylığı ilan edildiğinde, gerek 2004 Brüksel Zirvesi’nde üyelik müzakerelerini başlatma kararı alındığında, Almanya’da iktidar koltuğunda sosyal demokrat bir başbakan, Gerhard Schroder oturmaktaydı.

Keza, bu kararlar alındığında Paris’te ipleri elinde tutan kişi, stratejik bir Avrupa vizyonu taşıyan, Türkiye’nin tam üyeliğine bu perspektiften yaklaşan yüksek vasıflardaki bir devlet adamıydı: Cumhurbaşkanı Jacques Chirac...

Buna karşılık, müzakerelerin 2005 yılı ekim ayında resmen açılmasından bir ay sonra Almanya’da Schroder’in yerine Hıristiyan Demokrat Angela Merkel’in gelmesi, ardından 2007’de Fransa’da Nikolay Sarkozy’nin Chirac’ın koltuğuna oturmasıyla, AB içindeki Paris-Berlin ekseninde Türkiye’nin tam üyeliğine bakış olumsuz yönde dramatik bir şekilde değişmiştir.

Bu iki merkezin frene basmasıyla birlikte tam üyelik müzakereleri zaman içinde kademe kademe durma noktasına gelmiştir.

Karşılığında, Türkiye’de AK Parti iktidarının da AB’ye tam üyelik hevesinin sönmesi, reform heyecanını kaybetmesi, içte zamanla aksi doğrultuda bir gidişatın ortaya çıkması, bu süreci pekiştirmiştir.

Bugün gelinen noktada müzakereler donmuş bir halde dururken, durumu daha da ağırlaştıran husus şudur: AB ile kurumsal düzeyde çözüm bekleyen vize rejiminin yumuşatılması, gümrük birliğinin güncellenmesi gibi meselelerde hiçbir hareketlenmenin sağlanamadığı tam bir kilitlenme hali yaşanmaktadır.

*

Geçen pazar günü sonuçlanan Avrupa Parlamentosu (AP) seçimlerinden aşırı sağ partilerin zemin kazanarak çıkmış olmaları, bu kilitlenme halini daha da kalıcılaştırma potansiyeli taşıyor.

AB’nin parlamentosu konumunda olan AP, Türkiye konusunda başından beri Avrupa içinde en eleştirel çizgide duran kurumlardan biridir. AP’de kabul edilen Türkiye raporları, özellikle insan hakları, demokrasi, hukukun üstünlüğü gibi başlıklardaki kuvvetli eleştirel içerikleri nedeniyle Ankara’da her seferinde sert tepkileri tetiklemektedir.

Bu yönüyle bakıldığında ilk bakışta AP cephesinde değişen fazla bir şey olmayacaktır. Şöyle ki, Türkiye ile yeni bir vize rejimi ya da gümrük birliğinin güncellenmesine ilişkin anlaşma gibi onay için AP’nin önüne gelecek bir gelişme zaten kısa dönemde beklenmemektedir.

Burada Türkiye açısından önem taşıyan husus, AP’nin yeni kompozisyonundan daha çok, bu seçiminin Avrupa’da yaratmış olduğu siyasi atmosferle ilgilidir. Bu atmosferin Avrupa’ya iyice yayılmasının uzun dönemde AB’nin Türkiye’ye bakışına nasıl yansıyacağı sorusuna odaklanmak gerekiyor.

*

Buna karşılık, seçim sonuçları bir dizi AB ülkesinde, üyelerinin bir kısmı ırkçı geçmişleriyle malul aşırı sağ partilerin, kendilerini yükselen bir dalganın üstünde büyük bir özgüven içinde hissetmelerine yol açmıştır. Görüntülere bakılırsa, bu kesimler psikolojik üstünlüğü ele geçirdiklerini düşünüyorlar.

Kaygıların kaynağında, bu yönelişin önümüzdeki dönemde kuvvetli bir ivmeye dönüşmesi halinde, Avrupa’nın birçok merkezde aşırı sağa doğru savrulması ihtimali yatıyor.

Bu çerçevede Avrupa’nın geleceği açısından kritik konu, merkez sağ partilerin aşırı sağa oy kaybetmemek için yeni siyasi iklime nasıl karşılık verecekleri meselesidir. Kendilerini yeni siyasi gerçekliğe uyarlamaları yolundaki baskılar, merkezin daha da sağa kaymasına neden olabilir.

Fransa’da Chirac’ın siyasi mirasını temsil eden merkez sağ parti Cumhuriyetçiler’in lideri Eric Ciotti’nin, geçen pazar günü sandıktan birinci çıkan aşırı sağ çizgideki Marine Le Pen’in Ulusal Birlik Partisi ile seçim ittifakı kurma niyetini açıklaması, merkez sağdaki başkalaşımı göstermek bakımından yeteri kadar çarpıcı olmalıdır.

Fransa’da geçmişte tahayyül bile edilemeyecek olan bu gelişme, Avrupa’da esen yeni rüzgarların sert bir habercisidir.

*

Bu ay sonunda Fransa’da yapılacak Ulusal Meclis seçimini Le Pen’in kazanması ve önümüzdeki yıl Almanya’daki seçimlerin de Hıristiyan Demokratların yeniden iş başı yapacakları, ancak aşırı sağcı partinin yükselişini koruduğu bir tabloda sonuçlanması halinde, AB cephesindeki bu atmosfer daha da tahkim olacaktır.

Bu yöneliş tersyüz edilemezse, konfor alanını yüksek duvarların arkasında koruma altına almaya çalışan, içine kapanan, buna paralel bir şekilde yabancı düşmanlığının daha da yükseldiği, liberal, çoğulcu değerlerinden her gün biraz daha uzaklaşan, otoriterleşmenin hız kazandığı bir Avrupa tablosu ile karşılaşabiliriz.

Bu rüzgârların kapladığı bir AB’nin zaten Türkiye’nin tam üyeliğine bugünkünden daha da soğuk durması ve dondurulmuş olan müzakerelerin mevcut halinin artık kalıcı bir statüye dönüşmesi en muhtemel senaryodur.

*

Bu noktada ilişkilerin içinde bulunduğu en son durumu kısaca kayda geçirmek de yararlı olabilir. Burada çok düşündürücü olan, geçen aralık ayından beri AB’nin zaten Türkiye konusunda hiçbir adım atmaması, atamaması, öteleme siyaseti yoluyla işi zamana bırakma eğilimine girmiş olmasıdır.

Geçen yıl Türkiye’deki 14 Mayıs seçimlerinden sonra haziran ayı sonunda toplanan AB zirvesinde, Avrupa Komisyonu Dışişleri ve Güvenlik Politikaları Yüksek Temsilcisi Josep Borrell ile Komisyon’un Genişleme Komiseri Oliver Varhelyi’ye Türkiye ile ilişkilerde yola nasıl devam edilebileceği konusunda bir rapor hazırlama görevi verilmişti.

Geçen kasım ayında AB Konseyi’ne sunulan bu raporun akıbeti, deyim yerindeyse, AB cephesinde topu orta sahada dolaştırma siyasetinin çok çarpıcı bir yansımasıdır.

Borrell ve Varhelyi ikilisi, pek çok gözlemci yetersiz bulsa da, her şeye rağmen ilişkilerde sınırlı bir başlangıç yapılmasına kapıyı aralayan, böylelikle pozitif bir gündem oluşturmayı hedefleyen bir rapor hazırlamıştı. Gelgelelim, bu rapor geçen aralık ayındaki AB zirvesinde ele alınmamış ve görüşülmesi “daha sonraki bir zirveye” bırakılmıştır.

Aradan geçen beş ay içinde AB zirvelerinde bu raporun ele alınıp üzerinde bir karar alınabilmesi mümkün olmamıştır. Geçen nisan ayındaki liderler düzeyindeki AB Konseyi toplantısında da hazırlanan rapor üzerinde Brüksel’deki AB ülkeleri daimi temsilcilerinin bir araya geldikleri komitede yeni bir çalışma yapılması kararı çıkmıştır. Bir bakıma raporun raporu hazırlanacaktır.

Özetle, kendi sipariş ettiği raporu bile görüşmekten kaçınan liderler düzeyinde bir AB Konseyi (Zirvesi) var karşımızda.

*

Tabii bu noktada, Ankara’dan da AB’nin bu hareketsizliğini sarsacak, muhatabının ezberini bozacak ciddi bir karşı hamlenin gelmediğine dikkat çekmemiz gerekir.

AB Konseyi, tam üyelik görüşmelerini 2018 yılında ifade özgürlüğü ve yargı bağımsızlığı da dahil olmak üzere birçok alandaki eleştirilerini gerekçe göstererek resmen durdurmuştu. Bu eleştirilerdeki sorunlu alanların üzerine gidildiği mesajını verecek reform adımlarının sadece sözel düzeyde kalması buradaki belirsizliği daha da derinleştiriyor.

Bütün bu süreçte AB ile ilişkilerinin geleceğine bakarken Türkiye cephesindeki bir gelişmenin yarattığı ilginç paradoksu da vurgulamalıyız. 2024 itibarıyla AB ülkelerinin birçoğunda aşırı sağın yükseldiği, solun düşüşe geçtiği görüşü, Avrupa’da az çok bir temel kabul olarak yerleşmiştir. Bu durumun sosyalistlerin hala önde gittiği İspanya gibi istisnaları da var kuşkusuz.

Bütün bu tablo içinde Avrupa coğrafyasında bir seçimden solun sandıktan birinci çıkabildiği bir başka kuvvetli istisnanın ‘Aday ülke’ Türkiye’den gelmesi her bakımdan dikkat çekici bir siyasi hadisedir. CHP’nin 31 Mart yerel seçimlerinde sandıkta birinci gelerek ortaya koyduğu başarı, bu yönüyle AB cephesindeki yerleşik anlatıyı da tersyüz etmiştir.