Cumhuriyetimiz, kuruluşundaki uygarlık vizyonuna avdet etmeden içe kapanmaktan kurtulmaz. Bugün bir milletin içe kapanması yoksulluk, yozlaşma ve çöküş demektir.
Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in konferansı
Haftalık “Oksijen” gazetesinin 17-23 Mayıs tarihli sayısında, Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in, geçen hafta Brüksel’de, önemli düşünce kuruluşlarından Bruegel’de verdiği dikkat çekici konferansında “çok güçlü bir Avrupa vurgusu” yaptığı belirtiliyor.
AB’ye, 5 Ekim 2005’te başlayan tam üyelik sürecimizin daha ilk günlerinden itibaren Birlik’le mevcut ilişkilerimizde yaşanan krizlere, kamu oyumuzda sönümlenen umutlara, hatta karşılıklı hasmane beyanlara rağmen, Avrupa Birliği’ne katılım hedefimizin temelde değişmediği, hatta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın da zaman zaman bu yolda beyanlarda bulunduğu malum. Ancak, anımsadığımız kadarıyla son yirmi yıldan (2005-2024) bu yana “Türkiye’nin yeniden AB çıpasına dönmesi gerektiği” (*) yönünde, Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in açıkladığı görüşler kadar net ve AB hedefine bağlılığımız hakkında belirttiği taahhüt kadar kararlı bir irade beyanına, bu düzeyde sorumluluk ve yetki sahibi bir devlet insanından sadır olan beyana rastlanmamıştı. Bu itibarla sırf AB ile ilişkilerimiz açısından değerlendirildiğinde, Bakan Şimşek’in bu konferansta AB’ye söyledikleri ve uyarıları önem taşıyor.
AB’ye tam üyelik hedefimiz değişmedi
Tam üyelik sürecine başladığımız günden beri tanınmış Avrupalı devlet insanlarından pek azı ülkemizin AB’ne üyelik girişimini desteklemiş, Avrupalı kimliğimizi ise kamu oylarında yüksek sesle vurgulayan yabancı bir siyasetçiye nadiren rastlanmıştı. AB ülkelerinde durum böyle iken, kendi ülkemizde durum pek farklı olmadı. Türkiye’de AB’ye üyeliğimizin, bize bağımsızlığımızı kaybettirmeyeceğini, aksine tarihi, siyasi, ekonomik ve sosyal bakımlardan milli çıkarlarımızın lehine olacağını, bilgiye dayalı inançla ve süreklilikle kamusal alanda alenen savunan siyasilerimizin sayısının hiçbir zaman fazla olmadığını biliyoruz. Türkiye’de, Avrupa Birliği ve üyelik konusu açıldığında yıllardan beri akla ilk gelenin, dış güçler ve onların Türkiye’ye karşı gizli niyetleri olduğu iddiasını da biliyoruz. Ama AKP hükümetlerinin, Avrupa’ya yüzlerce yıldan bu yana Türkler ve Türkiye hakkında hakim olan peşin hükümleri 2005 yılında beklenmedik biçimde yıkarak, AB’ye tam üyelik müzakere sürecini başlatması kararını almasının ardından, Hükümetin aynı yılı Afrika Yılı ilan etmiş olmasını, iktidarın hangi gerekçelerle yaptığını ise anlamış değiliz. Avrupa Birliği'ne tam üye olmanın ilk koşulu aday ülkenin bu üyeliği sözde değil, özde istemesi ve ülkenin kaderini değiştirecek bu müzakerelerde başarı sağlamak için tüm siyasi güçlerinin katılımıyla adeta bir seferberlik başlatmasıdır. Oysa bizde böyle olmamış ve o tarihlerdeki muhalefet çevrelerinin “ucu açık müzakere talimatıyla “katılım pazarlıklarına başlanamayacağı yolunda yürüttüğü kampanyalara iktidarın kararsız tutumu da eklenerek zaman içinde süreç kilitlenmiştir. Türkiye’nin üyelik konusunda işin daha başında benimsediği muğlak tutumun, AB’nin de ileriki yıllarda, Kıbrıs ve Ege sorunları başta olmak üzere Türkiye’ye karşı çeşitli ayırımcılıkları sebebiyle doğan gergin ve tehlikeli tıkanıklık açılamamıştır. Geçen süre içinde ülkemizde ise ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü, yargı bağımsızlığı ve temel haklar konusunda yaşanan gerilemeler AB ile sorunlarımızın çözümünü kolaylaştırmamıştır.
Bu nedenle Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in Brüksel’deki konferansında muhataplarına: “AB’ye ihtiyacımız olduğunu” ifade etmesi ve sözlerine “Ne kadar entegre olursak o kadar iyi” diyerek tam üyelik konusundaki irademizi ilan etmesi kanımca büyük önem taşıyor. Bakan Şimşek aynı konuşmasında AB normlarının insani norm ve değerler olduğuna da değinerek bu değerleri önemsediğimizi ve korunması gerektiğine inandığımızı belirtmiş ve “bu değerlere geri dönmek istediğimizi" vurgulamıştır. Hazine ve Maliye Bakanı Şimşek sözlerini “Biz sağlam bir şekilde yeniden çıpalanmak istiyoruz. Şimdi Türkiye’deki siyasi iklim, bana göre (Avrupa’ya nazaran) daha elverişli“ diyerek bitirmiştir.
AB ilerlemesini sürdürüyor
Bugün Avrupa’da ve Orta Doğu’da esen savaş rüzgarları ve hemen tüm dünyaya hakim olan güvensizlik, istikrarsızlık ve belirsizlik ortamında Türkiye AB ilişkilerinde ortak geleceğe yönelik ortak bir vizyon tasavvuru her zamankinden daha çok gerekli. Ama mevcut siyasi koşullarda bunun mümkün olmayacağı da, yine ayni nedenlerle aşikar görünüyor. Ancak Birliğin, son 70 yılda uluslararasında meydana gelen devasa değişikliklere ve karşılaştığı güçlüklere rağmen dünyadaki gelişmelerin ortaya çıkardığı büyük tarihi değişikliklere cevap verecek ve yeni jeo-stratejik gerçeklere uyumunu sağlayacak önlemleri alabildiği gözden kaçırılmamalı. AB aynı zamanda bu değişiklikleri kendi lehine yönlendirebilmiş ve hem derinleşerek ve hem genişleyerek bugüne kadar gelebilmiştir. Birliğin, BREXİT’e rağmen (**) bu sonucu alabilmesinin temelinde, kuruluş mantığında yer alan ilkelere bağlı kalabilmekteki başarısı yatıyor.
Avrupa Komşuluk Politikası
AB halen, 2004 yılında Portekiz Zirvesinde yürürlüğe koyduğu “Avrupa Komşuluk Politikası” sayesinde genişleme ve derinleşme hedefini el ele sürdürmekte. Türkiye’nin AB ile üyelik müzakereleri ise şu sırada kesintiye uğramış olsa da, hukuken sonlandırılmış değil. Türkiye AB ilişkilerinin yasal dayanakları, Gümrük Birliği yoluyla tam üyelik hedefini öngören 1963 tarihli Ankara Antlaşması’na, Katma Protokol’e ve tam üyelik müzakerelerinin açılmasını öngören 27 Aralık 2004 tarihli Bakanlar Konseyi kararından kaynaklanıyor. Ertesi yıl (5 Ekim’de 2005’te) başlayan müzakereler sonrasında, Türkiye daha ilerde resmen müzakere ülkesi sıfatını kazanmıştı. Bu belgeler AB’de bir nevi kazanılmış haklar anlamındaki “acquis’leri, oluşturuyor. Dolayısıyla Avrupa Birliğinin Türkiye ile ilişkilerini sırf stratejik ilişkiler olarak tanımlamak yeterli değil. Birlik ile ilişkilerimiz, strateji kavramının ötesinde iki taraf için de bağlayıcı Hukuki nitelik taşımakta. Bu nedenle de AB’nin” Avrupa Komşuluk Politikası” çerçevesine oturmuyor.
İç siyasi gelişmeler, laiklik, asayiş ve eğitim
Ülkemiz XXI. Yüzyılın ilk çeyreğinde dış politikada yoğun bir gündemle baş etmeye çabalarken iç politika sahnesinde de 100 yıl önce kurulan modern Cumhuriyet’imizin temel taşlarını sarsıcı yaşamsal sorunlar karşısında bulunuyor. Bu sorunların başında laiklik ilkesi, Milli Eğitim politikası ve tabi ki asayiş geliyor. Her üç alanda yaşadığımız sorunlar, başka pek çok alandaki sorunların kaynağını oluşturduğu gibi, aynı zamanda,100 yıl önce kurulan ve Türkiye Cumhuriyetini çağdaş uygarlık düzeyine yükseltme ve onun ötesine geçirme idealinden uzaklaştırıyor.
Laiklik
Türkiye’de din geleneksel olarak bir istikrar ve muhafazakarlık unsurudur. Türkiye’de insanlar dindar olmasa ve dini pratiklerle yaşamasa bile dine karşı söylemlere ve dinin alanının kısıtlanması düşüncesine ciddi bir tepki veriyor. Sert bir laiklik anlayışı Türkiye’de insanlarda radikalleştirme riskini beraberinde getiriyor. Bu nedenle özgürlükçü, fakat devleti dinin yörüngesine sokmayan bir anlayış Türkiye için daha uygun olabilir. Ülkemizde insanların kendi inanışlarını başkalarına dayatma fikrinden vazgeçmiyor oluşu bu anlayışın önündeki en büyük engeli oluşturmakta. Toplumun farklı kesimleri arasında pozitif iletişim ve etkileşimin olmaması nedeniyle halkımızın ciddi bir kısmının ötekinin, kendisi gibi yaşamadığı halde aslında iyi bir insan veya insanlar olduğunu yaşayarak tecrübe edemiyor. Onların inançlarına, yaşayışlarına saygı duyması gerektiği ve kendisi ile vatandaşlık bağlamında eşit olduğu anlayışına sahip olamıyor. Bu bağlamda Balkan kökenli, farklı inanıştaki gruplarla bir arada yaşamış ve pozitif etkileşime geçmiş yurttaşlarımızın yurdumuzda farklı inançlara daha kolay anlayış ve saygı duyduğu söylenebilir. Aynı gözlem, Anadolu’da pozitif etkileşim içerisinde bulunan Alevi ve Sünni köylerinde yaşayan ve birbirlerinden kız alıp veren insanlarımız için de hala geçerli sayılabilir. Çünkü dünyada farklı inançlara mensup insanların mevcut olduğu ve bunun kabul edilmesi gerektiğine dair bir tecrübeleri bulunuyor. Bu bağlamda Türkiye içerisinde pozitif etkileşimlerin artması ve dünyada çoklu bir inanç yapısı olduğunun ve her inancın, kendi iyisi ve doğrusu olduğunun farkına varılması önemli. Bu farkındalığın artması farklılıklara saygı gösterilmesi fikrini yerleştirebilir. Sonuçta ülkede herkesin inancını özgürce yaşadığı ama kendi inandığının sadece kendisini bağladığını ve bunu başkalarına dayatma hakkının olmadığı bir anlayışı hakim kılmak gerekiyor. (***) Adına ne dersek diyelim, dünyada ve yurdumuzda farklı inançlara sahip insanlar arasında toplumsal anlayışı, barışı ve ahengi yaratacak bir zihniyete ihtiyacımız olduğu kesin. Zira toplumumuzda laiklik hakkında görüş bilgi eksikliklerinin, ülkemizdeki inanç kaynaklı kutuplaşmaların ve Türkiye’de eğitim politikamızın başarısızlığını ve ayrıca iç güvenliğimizi tehlikeye atan şiddet hareketlerini sürgit beslemesi kaçınılmaz.
Milli Eğitim politikamız
22 yıldan beri iktidarda olan AKP’de bu süre zarfında çok sayıda Milli Eğitim Bakanının sık sık değişmesi ve Bakanlarla beraber Milli Eğitim politikalarının köklü değişikliklere uğraması, ilk, orta ve lise öğretim sürelerinin dörder yıl olarak değiştirilmesi, matematik, yabancı dil ve felsefe öğretimine değer verilmemesi, ülkemizin bilhassa ilk ve orta öğretim seviyelerinde dünya sıralamasında en gerilerde yer alması sonucunu doğuruyor. Bugün eğitimdeki bu başarısızlığımızın temelinde bu alandaki politikalarımızın gerçeklere, bilime ve akılcılığa değil, giderek artan ağırlıkta uhrevi ilkelere dayandırılmasında aranabilir. Bu gözlem laikliğin eğitimdeki önemini açık bir şekilde gözler önüne seriyor.
Asayiş
Ülkemizde sebepleri ne olursa olsun, asayiş konusunda içinde bulunduğu durum hakkında bir fikir edinmek için gazetelerdeki asayiş haberlerine bir göz atmak yeterli. Bu haberler Ceza Kanunumuzun hemen bütün maddeleriyle ve başka metinlerde cezai müeyyide gerektiren tüm fiillerle ilgili. Bunlar arasında, terör, kadın cinayetleri, suç örgütü kurmak, kasten öldürme, yaralama, uyuşturucu ticareti, silah ticareti, kaçakçılık, yolsuzluk, yoksulluk, sporda şiddet, cemaat ve tarikatlarca işlenen suçlar, çocuk istismarı, tartışmalı yargı kararları, tartışmalı iddianameler, uzun süren davalar, uzun süren tutukluluk süreleri, mafya, güvenlik kurumları arasında gerginlik… Bu ve daha pek çok benzeri adli haberler tüm dikkat ve ilgimizin yıllardan beri içerideki güvenlik sorunlarımız üzerinde yoğunlaşmasını kaçınılmaz kılmakta, iç barış yaşamımızı ciddi şekilde etkileyerek, Atatürk’ün “Yurtta Sulh ve Cihanda Sulh” sözlerinde Yurtta Barışı öncelemesindeki haklılığını teyit etmekte.
İçe kapanma bizi dünyadan soyutlar
Bu sağlıksız görüntünün bizi yıllardan beri kendi içimize tutsak ettiği ve buradan çıkarak dünyaya açılma yollarını başkasının değil kendimizin bulması gerekeceği aşikar. Bunu ancak 100 yıl önce Cumhuriyetimizi kurarken ulusça gösterdiğimiz kararlılık, basiret ve ferasetle gerçekleştirebiliriz.
(*) Oksijen-17-23 Mayıs S.17
(**) İngiltere’nin AB’den ayrılması
(***) Siyaset Bilimci Dr. Mehmet Yegin ile bir söyleşi