Uzun süredir nitelikli sağ muhalefetin ilgili seçmen kitlesinde karşılık bulamamasına ilişkin yazılar yazıyor ve bu konu üzerine kafa yoruyorum. Ayrıca, Davutoğlu’nun devlet ve entelektüel birikimine, Babacan’ın reformcu vizyonuna ve her ikisinin de dürüstlük ve ahlaki tutarlılıklarına kimsenin itiraz edebileceğini sanmıyorum. Hele ki ülkemizde devlet ve değerler krizi yaşadığımız şu sıralarda.
İlgili seçmenin, muhalif demokrat muhafazakârlara karşı mesafesinin özünde bir tutarlılık sorununun yattığını gözlemliyorum. Genellikle seçmenin kafasındaki bu tutarlılık sorununu, Gelecek ve DEVA partilerinin kurucu liderlerinin, AK Parti’deki sorunları kuruluşlarından itibaren gördükleri halde bunları partiden kopuş süreçlerinden sonra sesli itiraz etmelerine ve bunun yapısal eleştirisini vermemelerine bağlıyorum.
Öte yandan, karizmatik liderliği ön planda olan Erdoğan ve ittifak ortağı Bahçeli de stratejide olmasa da taktik ve söylemde ciddi bir tutarlılık sorunu olduğunu gözlemleyebiliyoruz. Cumhur İttifakı liderlerinin söylemlerindeki taktiksel pragmatizmin veya tutarlılık sorununun kendi seçmen tabanlarında hiçbir zaman bir tercih veya güven krizine yol açmadığını görüyoruz. Buna son örnek olarak, Sinan Ateş cinayetindeki tavra, mahalledeki kayıtsızlığa veya mahallelinin siyasi tercihlerinde belirleyicilik arz etmeme durumunu ekleyebiliriz.
Bu gözlemler, kitleler açısından siyasette tutarlılığın değil güvenin belirleyici olduğunu gösteriyor. Türkiye’de her şeye karşı, ciddi bir seçmen kitlesi Erdoğan’a güven duymaktadır. Aynı şekilde yüzde 10’luk bir seçmen kitlesi de MHP’nin geçmişi veya misyonunu temsilen Bahçeli’ye güven duymakta ve tercihini bu güven üzerine yapmaktadır.
Erdoğan ve Bahçeli’ye yönelik duyulan güvende kimlik siyaseti ortak bir öznedir. Ancak niteliksel farklar da mevcuttur. Erdoğan’ın liderliğinde sosyoloji ve başarılı hizmet sicili esastır. Bu destekte psikolojik dikey sınıfsallık veya kendini değersiz hissedenlerin değerlilik duygusunun önünün açılması var. Bahçeli’ye duyulan güven MHP’nin varsayılan tarihsel kurumsalına olan güvendir. Anadolu taşrasında haklı olarak tarihsel devletsizlik travması mevcuttur. Toplumun bir kesimi için MHP, derinliği ve ilgili yan unsurlarıyla devleti temsil etmektedir. İlgili kitle, MHP’yi kurumsal ve süreçsel olarak kendi kendini temizleyen bir denize benzetme fantezisini bilinçaltında diri tutmaktadır. Mahalle açısından, Erdoğan güçlü liderliğiyle MHP devlet ile özdeşleşimiyle otoriteyi, gücü veya bekanın direğini temsil etmektedirler. Son kertede, bu tip güvenin sonuçlarını Çözüm Süreci veya Öcalan’a idamın uygulanmaması gibi radikal kararların ilgili kitlelerce kabullenmesinde görebilmiştik.
Siyasette güven tartışmalarının bir başka veçhesi de muhafazakâr belirleyici kitle ve CHP ilişkisi üzerinedir. Kişisel olarak imkanım olsa, ciddi kamuoyu araştırmacılarına muhafazakâr mahalleli seçmenin, CHP’nin ülke bütünlüğü, dış güçler ve içerideki bölücülük hakkındaki duyarlılığını sorduran bir anket yaptırırdım. Varsayımsal olarak, bu anketin sonucunu az çok tahmin edebiliyorum. Tabi ki CHP’nin bu anlamda sicili konusunda zerre şüphe yok. Ancak Osman Kavala’ya yapılan haksızlığı komploya veya Ateş cinayetinin hapçılara bağlanmasına sessiz kalan sağ mahallenin kitle psikolojisinin gerçeği bu. Belki de akademisyen Ayşe Zarakol’un “Yenilgiden Sonra” kitabının ana metaforu gibi halkımız, Osmanlı’nın “geçmişimiz kimliği” ile muhtaç olduğumuz Batı veya reformlarını, popülist bekacı sağ siyaset ve CHP olarak bilişsel çelişkiyle karşılamaktadır. Bu tespitler de ayrı yazının konusu olacaktır.
Ülkede, demokrasinin sadece sandıkta oy kullanmak olduğuna dair mahallede genel bir kabullenme var. Hukukun üstünlüğü ve refah ilişkisi ciddiye alınmıyor. Tersine, iş bitiricilik ve yolsuzluk hizmetin parçası kabul ediliyor. Bu da muhalif sağ siyasetin ilkeli “Muhafazakâr Demokrasi” kavramının ilgili seçmence anlaşılması ve güven duyulmasına ilişkin tereddütler yaratmakta. Muhalif muhafazakâr demokratlar için yazının başında belirttiğimiz tutarlılıkla bir güven ilişkisine başlangıç yapmak mümkün. Nitelikli, ilkesel, iddialı muhafazakâr muhalefetin başka çıkışı yok. Ancak Cumhur İttifakı mahallesindeki güven kavramının tutarlılıkla pek ilgisi olmadığı açık. Bu güven ilişkisi, özde güç veya otoritenin sürdürülebilirliğine ilişkindir. Vamık Volkan, içe kapanmış kimliklerin güvenine “blind trust” yani “kör bir güven-teslimiyet” olarak tanımlıyor. Erdoğan ile füzyona girmiş ve kimliğini bu doğrultuda belirlemiş kitle, bu kimliğinin sürdürülebilirliğini otoriter pazarlığa bağlamış gözüküyor. Otoriter pazarlığın ana yakıtı ekonomik sürdürülebilirliktir. Bugünkü ekonomik kriz ve alınan seçim yenilgisi, otoriter pazarlığın limitlerinin dolduğunun göstergesi. Ayrıca, dindar kesimler kamusal alanda kazanımlarının korunması için yeni arayışların sinyallerini de vermektedir. MHP açısından otoriter pazarlığın limitlerini mafya tartışmaları zorlamakta.
Muhalif siyasetin, özellikle belediye başkanlarının özelinde erken Cumhurbaşkanlığı tartışmalarına girerek kimsenin parlamenter sistemin olmazsa olmazlığından bahsetmemesi, ortalama seçmende ana muhalefet aktörlerine karşı güveni sarsmakta. Ne yazık ki kimlik siyasetinde belirleyici olan ilkesel tutarlılık değil. Burada belirleyici olan, korkutulmuş ve kaygılandırılmış seçmene gücü adresleyerek içgüdüsel güveni sağlamak.
Tutarlılık ve ahlakın sağladığı güven ile otoriterlik ve korkunun sağladığı güven ilişkisi farkı, adeta Batı demokrasilerinin refahı ve Doğu otoriterliğinin yoksulluğu arasındaki farkı andırmakta.