Hafıza Tazeleme

Ramazan-ı şerif, Mekke-i şerif, “Sabah şerifleriniz hayırlı olsun”daki şerif ne demek? Yeni kuşaklar Amerikan şerifiyle karıştırabilir. “Şerif” bereket, bolluk demek. Oysa maalesef paranın bereketinin kaçması olan enflasyondan tutun da her konuda memleket kurutuldu, artık neyi tutsak elimizde kalıyor.

Liyakat açığından kaynaklanan kurumsal çürüme ve yozlaşmaların üstüne gitmek için belki de bir Vaka-i Hayriye gerekiyor.

Geçen gün evin kofrasına bakmaya gelen TEDAŞ görevlilerinin ters bağladıkları kablolar nedeniyle evlerimizdeki bütün cihazlar patlamayla çöktü! İşin ehli olmama, yani liyakatsizliğin örnekleri ve faturası her gün karşımıza çıkıyor.

Depremin yaralarını henüz saramadan sel felaketleri geldi ve yine aynı sefalet durumu tam bir kamusal çöküşe yol açtı. Çünkü selden meydana gelen ölüm ve hasarların arkasında da aynı sorumsuzluk, aynı cana değer vermeyen zihniyet var. 

Televizyonlarda muhabirler yetkililere, “Dere yatağına yakın yerlerde çadır kentler kurmak sakıncalı değil mi?” diye sorduklarında, yetkililer “Merak etmeyin, her şey kontrol altında” diyebilmişlerdi. Biz de bir sorun yaşanmadan önce değil gerçekleştikten sonra sorumlu yetkilileri karşımızda görmeyi kanıksadık artık.

Tam bir “Saldım çayıra, Mevla’m kayıra” durumuyla karşı karşıyayız.

Seçim zamanı partili bürokratlar işi gücü bırakıp, o büyük becerilerini milletvekilliğiyle taçlandırma yarışına girmişlerdi, hemen yeni görevlere talep olundu ve buna onay verildi. 

İstifa müessesesi, seçimlerden istifade etme durumuna dönüşmüştü.

“Benden sonra tufan” zihniyeti yaygınlaşırken, yurttaş da bu “hizmet” yarışını ibretle izledi.

Biri vefat ettiğinde, “Ne güzel toprağa kavuştu” demek nasıl bir münasebetsizlikse, bir bakan rahatlıkla, sel felaketinde “Ama toprak suya kavuştu” diye kendine teselli çıkarabilmişti. Sözün bittiği zamanları yaşadık, yaşıyoruz.

Seçim sürecinde bu kendini bilmezlikle mücadelede en büyük dayanak, yurttaşın birlik ve beraberliği ve ortak vicdanın sesi oldu.

Rüzgârda ilk saman parçaları uçar, siyaset ise bir rüzgârlık ömür yerine, genişleyerek gücüne güç katabilmeli.

Siyaset niye yapılır? Fikri örgütlemek için. Fikriniz yoksa sadece kendinizi örgütlersiniz. Gün egoizmleri örgütlemek değil, özgeciliği, imece çalışmasını ve siyasi dayanışmayı örgütlemek zamanıdır. “Ben” olmak değil, “biz” olma zamanıdır.

Siyasetin klişeleri, baştan savma halleri artık kimseye teselli olmuyor. Siyasetin mavrasında, dişe dokunur bir çözüm bulunmuyor. Adanalılar mavrayı, nehirdeki değirmenlerin çıkardıkları gıcırtı için kullanırlar. Ortada siyasetin gıcırtısı var ve bu gıcırtı artık sadece sinirleri bozuyor.

Krizleri Aşmak

Krizi yaratanlar nasıl çözüm getirebilirler ki; getirselerdi zaten kriz olmazdı. Çözüm getiremeyenler de gıcırtı olmanın ötesine geçemiyorlar. Krizle kritik aynı kökten geliyor. Krizi aşmak eleştirel düşünceyi harekete geçirmekle mümkün.

Kriz, İspanyollarda bir denizcilik terimi olarak kullanılmaya başlamış, teknenin kayalıklara doğru sürüklenmesi anlamına geliyor. Durumumuzun özeti de tam budur. Bu süreçte rotayı kırdık mı kırdık, yoksa kaçınılmaz son ortada.

Kimileri de toplumu tepkisiz diye küçümsüyor, oysa toplumu tepkisizliğe sürükleyen egemen siyasetin ceberut politikalarıdır. Ama hep toplumu bahane edenlerin kendisinin de bir yerden başlaması, artık siyasi süreçlere omuz vermesi gerekiyor.

Seçim sonrası yeni siyaset arayışlarının yarattığı sinerji ve umudun dalga dalga yayılmasını her kesimde görüyoruz. Her atılan örnek adımda, diyalog zemininin kurulmasında bu beklentinin çoğalarak güçlendiğini görmek herkese umut oluyor. Karşı hamleler ise beklentileri kâbusa dönüştürüyor.

Siyaset o kadar sıkışmış durumdaydı ki seçimlerde mikro partilerden medet umacak duruma düşmüştü. Siyasi bloklarda beş benzemezin yan yana gelmesine “Herkesin programı ayrı, ne var bunda” diyenler, neden tam da aynı tutumu alan karşı tarafı benzer sözlerle eleştiriyorlardı belli değil. 

Unutmayalım ki parti programları partilerin kimlikleridir. Bunlara bakıp, ya yakın ya da uzak durursunuz. MHP ile HÜDA PAR’ın yan yana gelebileceğini kim tahmin edebilirdi? Yakın durdukları bu partilerin çizgilerini bir zamanlar eleştirenlerin sonra suskunlaşmasını yurttaşlarımız hafızalarına not etmiş midir, yoksa unutulup gitmiş midir, bilemiyorum.

Çocuk yaştaki kızlarımızı zorla evlendirme vakaları karşısında “Neye göre, kime göre çocuk” diyerek bu rezil ve utanç verici evlendirmeleri aklamaya çalışanları kimse vicdani, insani, dinî gerekçeyle kabul edemezdi. Bu kadın düşmanı, çocuk düşmanı kafa yapısıyla birlikte fotoğraf verilemezdi, ama galiba gündemin sıcaklığıyla hepsi unutulup gitti. 

Türkiye’nin geleceği taassuba, bu türden fanatizme asla teslim edilemez.

“Kimin parti programıyla ittifak kurduğunu söyle, sana nasıl bir siyaset yapacağını söyleyeyim” cümlesi haksız değil. Başımıza gelen hiçbir şey sürpriz değil.

Şiddet ve terörü engellemek devletin görevidir, devletin tanımı zaten kamu düzenini sağlamasıdır. “İyi çocuklar, bizim çocuklar” diyerek paralel yapılarla kamu düzenini sağlamaya kalktığınızda, hukuk devleti değil kendi kişisel hukuku olan devlet olursunuz. 

Nerede çağdışı bir yaklaşım, hukuk dışı alengirli işler varsa, bu tür siyasetler paratoner gibi kendine çekebilmekte.

Kendisi değişmeyen, başkasını değiştiremez. Cumhuriyetin ikinci yüzyılında, bilgi ve ilimle teçhizatlandırılmış bir dönüşüme ihtiyacımız var. Dünya değişsin; ama ben kütük kalayım denilemez.

Bu kâbusa karşı, pırıl pırıl gençlerimizin ve kadınlarımızın siyasette çok daha fazla yer alması sağlanmalı artık. Geleceğimizi kadınlarımızla, gençlerimizle birlikte kurabilmeliyiz.

8 Mart’larda kadınlar gününü yasaklayan, 1 Mayıs’larda halka barikat kuran dünyadaki birkaç ülkeden biri olmamızın kabul edilebilir, katlanılabilir bir yanı yoktur.

Her ay medyada kadın cinayetlerinin liste ve oranlarının yayınlandığı bir ülkede bu zulüm ve rezalet karşısında çaresiz değiliz. Çare, hepimizin birleşik ortak iradesiyle olan biteni asla kanıksamamaktır.

Birbirlerine kader bağıyla bağlanan bu zihniyetten kurtulmanın yolu, öncelikle her yetişkin bireyin kendi geleceğini kendi başına belirleme hakkının esas olduğunu herkese göstermektir.

Kölenin tanımı da zaten kendi başına karar alamayan insandır. Eskiden prangalar kölelerin bileklerine takılırmış, o devirler geride kaldı. Şimdi görünmez prangaları zihinlere takmaya çalışıyorlar. Bu prangaları artık görünür kılmalıyız.

Yaşadığımız jeolojik, iktisadi ve siyasi depremlere karşı önerilerimizi ve eleştirilerimizi bu süreçte yurttaşlarımızla paylaşarak siyasete katılım kanallarını açabilmeliyiz.

Kentsel dönüşüm diye ortaya attıkları projelerin nasıl bir sınıfsal dönüşüm anlamına geldiğini yurttaşlarımız önlerine konulan tekliflerde görüyor.

Daha dün İstanbul Sulukule’de benzeri projelerle Roman yurttaşlarımızı evlerinden, yerlerinden yaşam alanlarından edip, “Kendi başının çaresine bak, kendi yağınla kavrul” demediler mi? Hiç şüpheniz olmasın, hedef bütün Türkiye’yi Sulukule’ye çevirmektir.

Yurttaşa, “Ödeyemiyorsan, büyük şehirlerde yaşama” denilebiliyor.

Kontrol, güçlendirme ve dönüşüm faaliyetlerini belediyelerin sırtına yıkmadan, kamusal bir destek ve dayanışma gerektiğini görüyoruz.

Enseyi karatmayalım, biliyoruz ki başarının yolu “Başaracağım” deme iradesini ortaya koymaktan geçmektedir.

Yeniden İnşa

13 milyon insanın hayatını mahveden Kahramanmaraş depremlerinin acısı sürerken ve bu egemen anlayışı altında kaldığı enkazla baş başa bırakırken, yaşamın yeniden inşasını, bu işin uzmanlarıyla beraber yapabilmeliyiz. 

Bu ülkenin yetiştirdiği en iyi jeologlar, çevre ve şehir plancıları, inşaat mühendisleri, mimarlar ve yıllardır bu konular üzerine çalışan sivil toplum örgütleri, yerel yönetimler ve uzmanlarla birlikte inşa edebilmeliyiz, başta 11 ilimizi ve sırasını bekleyenleri.

Yeniden inşa sürecinde atılacak her adım kamuoyunun bilgisi dahilinde olmalı ve vatandaşın da dahil edileceği şeffaf bir çalışmayla gerçekleşebilmeli.

Artık kapalı kapılar ardında, gizli saklı yapılan işlerin, Ankara’nın karanlık dehlizlerinde kaldığı günler olmamalı. Açık ve denetlenebilir toplum hedefi yegâne yaşam sigortamızdır. 

Şeffaflık ve hesap verebilirlik, kamuoyunun gözü önünde kararlar verilen bir Türkiye olmalı. El eli yıkar, iki el de yüzü. İktidarıyla muhalefetiyle şimdi her şeye rağmen müzakere ve diyalog kurma zamanıdır. Ortadaki sis perdesini kaldırmanın yolu, gerçeğe ve doğruya ulaşmayı çıkar odaklarına endekslememek gerektiğini görebilmekten geçiyor. Susurluk’tan beri sivil topluma “sonuna kadar gideceğiz” sözü verildi; ama o sona hiçbir zaman ulaşılamadı maalesef.

10 yıllık Kobani davasında da gördük, IŞİD’e karşı protesto hakkını kullanırken kontrolden çıkan bir sürecin sonunda ağırlıklı olarak da HDP’li yurttaşlarımız öldürülmüşken, iktidarla muhalefet birlikte sorunun üstünden gelmeye çalışmıştı. O gün iktidardan katkı ve işbirliği konusunda teşekkür alan HDP’ye, bugün “şiddet çağrısı” olmamasına rağmen bütün fatura çıkarılabildi. Hepimizi üzen Yasin Börü ve diğer cinayetlerden beraat edilmesine karşın kendini yargı yerine koyan medyada hâlâ yargısız infaz yapılabiliyor. Olgular çuval gibi; içinde bir şey olmayınca dik duramıyor.

Her şeye rağmen Ahmet Türk’ün “demokrasi ve barış mücadelesinden asla vazgeçmeyeceğiz” tutumu çok kıymetli. Halkın iradesine asla ipotek konulmamalı, zincire vurulmamalı.

Belli ki önümüzdeki süreç sancılı ve gelgitler halinde ilerleyecek.

Başka bir Türkiye hayalini hep beraber omuz omuza inşa etmekten başka çıkış yolu yok.   

Biliyoruz ki bu düş hiçbir zaman sadece bir düş değildir.