1968 Aralık sonunda İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nden ayrılmama, daha doğrusu atılmama neden olan doktora tezimin konusu Türkiye'de İşçi Sınıfının Doğuşu'ydu, Bu konu çerçevesinde Türkiye'de 1 Mayısların tarihi ile epeyce uğraştım. Daha sonraki yıllarda da 1 Mayıslara hazırlayıcı, gazeteci veya izleyici olarak katıldım. Şimdi televizyon kanallarındaki ve kimi köşe yazılarındaki eksik ve yanlış bilgileri, yorumları, siyasî-ideolojik değerlendirmeleri dinleyip okudukça, birkaç satır karalama ihtiyacı duydum.
Başlıktaki soruya, öncelikle devletin ve iktidar bloğunun güvenlikçi siyaseti de aşan paranoyak saplantılarının, Anayasa hükümlerini ve kararlarını yok sayan hukuk tanımazlığının, demokrasinin d'si ile ilgisi olmayan yönetim anlayışının ve halk korkusunun altı kalın kalın çizilmeden verilecek her cevap eksik ve yanlış olacaktır. 1 Mayıs 2024, AKP-MHP koalisyonunun aynada yansıyan yüzü, günümüz Türkiye'sinin bire bir fotoğrafıdır. Halkı Taksim Meydanı'na çıkarmamak için İstanbul'da ulaşımı neredeyse bütünüyle durduran, tatil ilan edilmiş bir günde insanları eve kapamakta beis görmeyen, ilan edilmemiş sıkıyönetim uygulayan bütün sorumluların anayasayı ihlâl suçundan yargılanmaları gerekir.
Bu koşullarda Taksim'e çıkmak mümkün müydü?
Bu ortamda, 1 Mayıs'ı Taksim'de kutlamak isteyen sendikalar, sivil toplum kuruluşları, partiler ve emekçiler; benzeri bugüne kadar görülmemiş yasakları, engelleri ve ablukaları aşarak Taksim'e çıkabilirler miydi? Evet, çıkabilirlerdi ama bir koşulla: Yüz binler barikatları aşarak, vurulmayı, tutuklanmayı göze alarak yürüyebilselerdi.
1976, 1 Mayısını hatırlıyorum. DİSK başta olmak üzere sendikalara hakim olan TKP'nin (Türkiye Komünist Partisi, ki o günlerde illegal bir yapıydı) önderliğinde, yıllardan sonra ilk kez bir meydanda, Taksim'de işçinin ve emekçinin mücadele günü olarak kutlanan 1 Mayıs'a yüz binler katılmıştı. Neler olabileceğini, yasaklanıp yasaklanmayacağını son âna kadar bilmiyor, hazırlıkları yüreğimiz çarparak, heyecanla izliyorduk. Tertip komitesindeki sorumlu arkadaşlarımızdan birinin, "Ya bütün yasakları deleceğiz, işçi hareketi üzerindeki ölü toprağını kaldıracağız ya da yıkılan duvarın altında kalacağız," dediğini hatırlıyorum.
Ölü toprağı sendikaların gücüyle, yüz binlerin azmiyle, coşkusuyla kaldırıldı. Taksim Meydanı 1 Mayıs Meydanı oldu. Derin devletin o zamanlar kontrgerilla olarak bilinen illegal yapılanmasının 1977'de Taksim'i kana bulamasının amacı, solun, işçi hareketinin, sendikal örgütlenmenin yolunu kesmekti. Yine de, yaratılan korku iklimine rağmen 1 Mayıs 1978'de yüzbinlerin 1 Mayıs Meydanı'na çıkmaları engellenemedi.
Türkümüzün 1 Mayıs marşı, nakaratımızın " İşçiden işçiden yana esiyor yel" olduğu başka bir dönemdi. Bugün, neredeyse 50 yıl sonra, ne o işçi sınıfı ne de o sendikal hareket var. Yel, artık işçiden yana esmiyor, sendikal hareket ise en güçsüz döneminde. 2023 Temmuz verilerine göre çalışanların sadece yüzde 14,76'sı sendikalı, sendikalı işçilerin çoğunluğu ise Türk-İş (1 milyon 270 bin üye) ve Hak İş (785 bin üye) gibi sermaye ve iktidarın güdümündeki sendikalarda örgütlü. DİSK ve KESK'in toplam üye sayısı, çeşitli kaynaklarda farklı görünse de, ortalama bir hesapla 165 bini KESK sendikalarında olmak üzere yaklaşık 360 bin civarında. Toplu iş sözleşmesi kapsamındaki işçilerin oranı yüzde 7'yi aşmıyor. Bu açıdan Türkiye 92 ülke arasında 77. sırada.
Sadece ülkemizde değil bütün dünyada işçi-emekçi sınıfların yapısı, toplumdaki ve üretim sürecindeki yeri değişirken, sendikal örgütlenme de güçlüklerle karşı karşıya. Ama, emek kesiminin son 20 yılda Türkiye'de uğradığı neo-liberal saldırının benzeri, en azından OECD ülkelerinde yaşanmadı. Kapkaççı, vahşi, ahlaksız bir siyasetin emek üzerindeki yıkıcı etkisi ülkedeki açlık sınırına dayanan ekonomik krizle ve otoriter rejimle birleşince DİSK ve benzeri sendikal yapıların bu kadar dayanabilmeleri bile başarı sayılmalı. Böyle bir ortamda işçinin en önemli dayanağı sendikalar güçsüzleşirken, tek silahı olan grev işsizlik ve açlığa mahkûmiyet anlamı taşıyor.
Özetle: İstanbul'da bütün yolların kesildiği, katılacak örgütlerin terörist ilan edildiği, provokasyon tehditlerinin en üst makamlardan dile getirildiği, 45 bin polisin işe koşulduğu bir ortamda, eski gücünde olmayan sendikal hareketin, uzun yıllardır pasifize edilmiş, aş-iş-ekmek derdindeki emekçi sınıfları Taksim'e çıkarmaya niyeti vardı, ama gücü yoktu.
Her fırsatta provokatif eylemlere girişmeyi "devrimcilik" sanan bazı marjinal gruplar da işe karışınca, DİSK'in başını çektiği tertip komitesi Taksim kararından vazgeçtiğini açıkladı. Bir yenilgi havası doğdu, hoş olmadı, ama can kaybına kadar varacak çatışmalara da meydan verilmemiş oldu.
Su noktada eleştirilmesi gerekenin: güç hesabı yapılmaması, bir B planı olmaması, öte yandan CHP'nin kazandığı güce güvenilerek iktidarın tepki ve niyetinin doğru değerlendirilmemesi, ve ciddi bir koordinasyon eksikliği olduğunu düşünüyorum.
Özgür Özel'i yıpratmanın dayanılmaz keyfi
Dünyanın her yerinde 1 Mayıs'ların sahibi ve öncüsü işçi örgütlenmeleri ve sendikalardır. Bu nedenle CHP Genel Başkanı Özgür Özel, 1 Mayıs'ta işçilerle birlikte sendikaların arkasından yürüyeceklerini, hareketin öncüsü değil sendika ve emek örgütlerinin destekçisi olacaklarını açıklamıştı. 1 Mayıs'tan sonra yapılan açıklamalara göre, Taksim'i zorlamama, eylemi Saraçhane'de bitirme kararı DİSK ve meslek kuruluşlarının (tertip komitesinin) kararıydı. Özel ve CHP'liler bu karara uydular. Kimilerine göre; Taksim'e yürümeme kararı Özel'e aitti. Bilmiyoruz, ama ne olursa olsun su kemerlerinin önündeki belleklerden silinmeyecek ibretlik tahkimatın aşılamayacağı, orada polise sopalarla karşılık vermeye çalışanların yarattıkları ortamın vahim olaylara neden olacağı anlaşıldıktan sonra eylemi sona erdirmek sağ duyulu bir karardı.
Ne var ki, bu kararın uygulanma ve açıklanma biçimi, haklı tartışmalara ve eleştirilere neden oldu. Özellikle, düşe kalka da olsa yeni bir yolda yürümeye çalışan Özgür Özel'i yıpratmaktan keyif alan kimi kişi ve çevreler, iktidarın Şamil Tayyar gibi as solistlerine vokal yaparak, Özel'in "0" aldığını, sınıfta kaldığını, işçileri yenilgiye uğrattığını, kendini bitirdiğin söyleyedurdular.
Evet; Özel ve kurmayları krizi iyi yönetemediler. Bunun birinci nedeninin, CHP'nin sendikalar ve işçi hareketiyle güçlü bağlantıları olmaması, aynı şekilde 1 Mayıs'a katılacak istisnasız bütün sol parti ve örgütlerle koordinasyon sağlanmaması olduğunu düşünüyorum. Tertip komitesiyle kararlaştırılmış bir B planı olsaydı, geri çekilme ve yenilgi tablosu yerine iktidarın yasa tanımazlığını, demokrasi ve özgürlük düşmanlığını kitlelere teşhir eden bir görüntü sergilenebilirdi.
Başlığa dönecek olursam: baş sorumlu ve suçlunun iktidar olduğu gerçeğini göz ardı eden her yorum kötü niyetlidir. Yine, günümüzde işçi hareketinin ve sendikaların durumunu hesaba katmayan yorum ve eleştirilerin eksik ve yüzeysel olacağını; CHP'nin de, kendi gücünü abartmak yerine ihtiyacı olan kitle gücünü ilmek ilmek örmesi gerektiğini düşünüyorum.