Son günlerde sıkça gündeme Kılıçdaroğlu aday olmasaydı kazanırdık tartışmalarını Siyaset Bilimci Hasan Bülent Kahraman değerlendirdi. Kahraman Kılıçdaroğlu’nun “‘Seçilemez’ iddiasının açık şeklinin ‘Alevi olduğu için seçilemez” olduğunu söylüyor.
Olayların arkasına bakmak ve oralarda yatan gizli olguları bulmak ve anlamak esas olduğundan, Kemal Kılıçdaroğlu ile elli yıl öncesinin Ankara’sında, Adakale Sokak’tan (şimdiki adı Dr. Mediha Eldem) ağabeyimiz Uğur Dündar arasındaki polemiğin magazin boyutu beni hiç ilgilendirmiyor. Kılıçdaroğlu’nun Dündar hakkında söylediklerini tarih değerlendirir. Dündar’ın dile getirdiği ‘Kılıçdaroğlu olmasaydı kazanırdık’ anlayışı ise bugün Türkiye’de en çok kabul gören yargılardan biri ve öylelikle de karşımıza siyaset biliminin temel paradokslarından birini çıkarıyor: olayları a posteriori veya ipso facto yani olup bittikten sonra değerlendirmek. O zaman devreye siyaset biliminden çok tarihçilik giriyor. Siyaset biliminin yöntemi ise de facto olguları aşıp kavramlara yöneldiğimizde başlıyor. Türkiye daha çok, biraz da daha kolay olduğu için ilk yöntemi benimsiyor. Olguları ele alıyor, o da nasıl bir yaklaşımsa. Bugün siyaset, Türkiye’de, bir düşünce etkinliği olmadığı, bir tartışma/polemik konusu olduğundan, aslında hiçbir şey söylememek anlamına gelen bir zıtlaşmaya dönüşen o tartışmalar hızla spekülatif bir boyut kazanıyor. Kısa süre sonra da unutuluyor. Sistem bu yöntemi benimseyip besliyor, çünkü, iş çekişmeye dönüştüğünde mahalle kavgası ortamında her şey apolitik bir nitelik kazanıyor, her şey depolitizasyona uğruyor.
Aynı yöntemi ilgili çevrelerde yaygın şekilde kabul gören ‘Kılıçdaroğlu aday olmasaydı kazanırdık’ iddiasına uygulayalım. Karşı soru çok basittir: nereden biliyoruz? Bu sorunun açık bir cevabı yok, fakat çok hazin üç gerçeği var.
Akşener sağın en karanlık bölgelerinden gelmiş, ilişkileri malum bir politikacıydı ve aslında Altılı Masa’nın dinamitiydi. Nitekim masayı bir vodvile o çevirdi. Önce Kılıçdaroğlu’yla ilgili iddiayı ortaya attı, sonra masadan kalktı, döndükten sonra da hiçbir etkinlik göstermedi.
***
Birincisi, ‘meydanda Mansur Yavaş ve İmamoğlu görülüyor’ savını, hiçbir somut, matematik dayanağı olmadığı halde, Meral Akşener dile getirdi. Akşener’e inanan kimi insanlar da bu iddiayı sahiplendi ve savundu. Akşener iddiasını bırakınca onlar da iddialarından vazgeçtiler. Oysa iddia tepeden tırnağa yanlıştı. Altılı Masa kurulmuş, toplantılar yapılmış, topluma güvence vermişken, Kılıçdaroğlu çekilecek ve yepyeni bir adayla Erdoğan gibi bir politika kurdunun karşısına çıkılacak. Basit bir çocuk mantığı bile toplumun bu gelişmeyi, olumlamayacağını bilir.
Bu anlayışın ürkütücü yanı, niye böyle bir iddianın niçin ortaya atıldığını hiç düşünmeden, öncelikli olarak önerilen adayın, Yavaş’ın, MHP kökenli olduğu ve CHP’yle hiçbir bağının bulunmadığı anımsanmadan, Yavaş bizzat Akşener’in adayı olduğu görülmeksizin (hala Akşener’le Yavaş arasında bu çekişme sürüyor) CHP çevrelerinin aynı görüşü benimsemesidir. O Akşener sağın en karanlık bölgelerinden gelmiş, ilişkileri malum bir politikacıydı ve aslında Altılı Masa’nın dinamitiydi. Nitekim masayı bir vodvile o çevirdi. Önce Kılıçdaroğlu’yla ilgili iddiayı ortaya attı, sonra masadan kalktı, döndükten sonra da hiçbir etkinlik göstermedi. Masa elbette altı başkan yardımcısı ve benzeri önermeleriyle, Davutoğlu, Babacan ve Demokrat Partiyle bir komediydi. Yine de düğüm Akşener’in elindeydi. Tüm bu gerçeklere rağmen CHP’nin politikalarını Akşener’e bağlaması, onun sözüyle siyaset yapması daha doğrusu yapamamasının üstünde herhalde daha çok durulacak. İşin vahim yanı şu ki, o süreç hala işliyor ve Akşener’in, asıl nedenini aşağıda açıklayacağım, haydi başka bir şey söylememek için, şimdilik ‘sağ’ diyeceğim siyaseti, CHP çevreleri benimsemeyi sürdürüyor.
Seçim sonrasına da sarkan analizler Erdoğan’ın kazanmasına yol açan onca faktörü somutlaştırmışken hala bu iddiada direnmek, o olmasaydı kazanırdık demek, ancak içinde yaşadığımız spekülasyon ve depolitizasyon süreçleriyle açıklanabilir.
İkincisi, daha da vahim, siyasal alan bu iddiayla birlikte tümüyle siyasetten arındırılıyor, siyaseti meydana getiren diğer unsurları devre dışı bırakıyor ve insanların ‘karizmalarına’ bel bağlıyordu. Yani ne düşündüğünü hatta kim olduğunu bilmediğimiz (aslında bildiğimiz) Yavaş ansızın ortaya çıkacak ve halk onu seçecekti. Niye? Neye dayanarak? Daha önceki yazılarımda da belirttiğim gibi, Weberci manada karizmayı tarih yaratır. Tarihi yaratan karizma ise son derecede sorunludur ve ancak ürpertici bir popülizmin sonucu veya uzantısıdır.
Akşener’in ve CHP’nin bu iddiayı öne sürmesi tarihi ve siyaseti dışlaması anlamına gelirdi. Olacak iş değildi. Seçim sonrasına da sarkan analizler Erdoğan’ın kazanmasına yol açan onca faktörü somutlaştırmışken hala bu iddiada direnmek, o olmasaydı kazanırdık demek, ancak içinde yaşadığımız spekülasyon ve depolitizasyon süreçleriyle açıklanabilir. Kaldı ki, 2023 seçimlerini halk tamamen bir yerel yönetim seçimi gibi ‘kişi’ seçimi olarak gördü ve AKP tabanı kendi tercihi etrafında kenetlendi. 2023 yerel seçimlerini ise ertelediği bir genel seçim muhakemesiyle değerlendirip, başkanın ve siyasetin somut ve pratik olarak değişmeyeceği bir ortamda iktidara uyarı olarak kullandı. Kısacası, hayır, Yavaş veya İmamoğlu da olsa kazanamazdı.
Kılıçdaoğlu’nun Alevi kimliğiyle devletin başına geçmesi, bir düşünce olarak, muhtemel değil muhakkak şekilde, belli çevreleri rahatsız ediyordu. O çevreler Kılıçdaroğlu’nun bu nedenle ‘seçilemeyeceğinden’ emindiler. Ne zaman ki, Kılıçdaroğlu’nun seçilmesi yakın bir ihtimal dairesine girmiştir, işte o vakit, Akşener, Yavaş ve İmamoğlu adını ortaya atmıştır.
Üçüncü neden daha da vahimdir, çünkü Kılıçdaroğlu’nun kimliğiyle yani Aleviliğiyle ilgilidir ve o olursa kazanayız denmesinin altında yatan asıl nedeni meydana getirir. Erdoğan’ın salvolarından başlayarak Kılıçdaroğlu’nun Aleviliği, onun temel kimlik özelliği olarak vurgulandı. Zaman zaman Kürtlüğü de dile getirilse bile, Kılıçdaroğlu siyasal bilince Aleviliğiyle yerleştirildi. Kendisi, Kürtlüğünü başka türlü açıklamaya kalkışarak belki yine hata yaptı ama onu aşarak Türk siyasetine ‘Tuncelililik’ gibi bir kavram armağan etti. CHP Genel Başkanlığı sırasında benimsediği ve ‘helalleşme’ diye tanımladığı politikası belki çok yıprandığını düşündüğü bu özelliğini, Aleviliğini, içeren bir kılıf arayışıydı. Hiç önemli değil. Önemli olan makro politika ve topluma yansıyışıdır.
Kılıçdaroğlu’nun Alevi kimliğiyle devletin başına geçmesi, bir düşünce olarak, muhtemel değil muhakkak şekilde, belli çevreleri rahatsız ediyordu. O çevreler Kılıçdaroğlu’nun bu nedenle ‘seçilemeyeceğinden’ emindiler. Erdoğan’ın Kılıçdaroğlu’nu rakibi olarak yaratmasının ana nedeni de buydu, Kılıçdaroğlu düştükten sonra ona sahip çıkmasının nedeni de aynıdır. Ne zaman ki, Kılıçdaroğlu’nun seçilmesi yakın bir ihtimal dairesine girmiştir, işte o vakit, Akşener, Yavaş ve İmamoğlu adını ortaya atmıştır. En azından Kılıçdaroğlu’nun adaylıktan vazgeçmeyeceğini gördüğü anda manevralarına başlamıştır. Neticede milliyetçi, muhafazakâr, radikal sağın yetiştirdiği bir kişi/lik/den söz ediyoruz. ‘Seçilemez’ iddiasının açık şekli ‘Alevi olduğu için seçilemez’dir.
Ne yazık ki, CHP çevreleri işte tam da bu iddiayı dile getirmiştir ve getirmektedir. Kılıçdaroğlu politik kişiliği ve diğer meziyetleriyle o işin insanıdır veya değildir, o soru tamamen bir yana bırakılıp, devletin, sistemin değerlendirmesi öne sürülmektedir. Oysa, seçim döneminin başında yazdığım yazılarda Kılıçdaroğlu’nun, şimdi çok dile getirilen ve galiba ilk kez o yazılarda ifade edilen, ‘Türkiye barışı ve uzlaşması’nın simgesi veya uzantısı olarak değil, gerçeği, somutlaşması ve siyaseti olarak seçilmesi, savunulması gerektiğini vurgulamıştım. Türkiye’nin, toplumun % 20’sini tutan ve hiçbir örgütlenmesi, siyaseti, iddiası olmayan, sadece pasif şekilde CHP’yi ve o bağlamda da ‘devleti’, devletin kurucu ideolojisini benimseyen Alevi kesiminden bir Cumhurbaşkanını seçmesi önemli bir hamle olacaktı. Kaldı ki, Kılıçdaroğlu, Aleviliğini hatırlatan bir politikacı değildi. Seçildiği dönemlerde kendisinin ve bilhassa eşinin verdiği mülakatlarda daha çok Tuncelililik kavramına atıflarını ve Dersim olaylarının üstlerindeki izini zikrettiklerini hatırlıyoruz. Kılıçdaroğlu bu iki niteliği nedeniyle seçilmesin isteniyordu, bunu örtülü şekilde dile getirmek, vurgulamak görevi Meral Akşener’e düşmüştü. Şimdi, ‘karizma’ ile gerekçelendirilen ve savunulan politikanın altında yatan neden budur.
CHP, hayali gibi görünen ama özü başka bir toprakta yeşeren birtakım iddiaları bırakıp gerçek bir politika üretimine, şu büyük başarıyı kazandığı dönemde geçmek zorundadır. O politikanın özünü de: Aleviler, Kürtler ve sosyalistlerle barışan yeni bir sosyal demokrat politikadır.
***
CHP içinde bazı çevrelerin aynı görüşü savunmasında şaşılacak bir yan var mı denirse, hayır, yoktur. O çevreler ulusalcılık bağlamında esasen sağ bir politikayı benimsemiştir. Sağın dile getirdiği bir iddiayı benimsemeleri doğaldır. Unutmayalım ki, Beşiktaş Bağımsız Belediye Başkanı adayı, Ümit Özdağ’la aynı görüşleri benimsediğini ama kendisinin sosyal demokrat (!) olduğunu söyleyebilmektedir. O kişinin kendisini Ulusalcı olarak açıkladığı da malumdur. CHP, bu karmaşanın içinde yüzmektedir ve önümüzdeki yakın dönemde parti içinde yaşanacak çalkantıları, kapıya kadar gelen bu yöndeki dönüşüm arzusunu yani partinin Aleviler, Kürtler ve sosyalistlerle barışma ve birleşme arzusunu benimsemek veya geriye itmek çabasının teşkil edeceği açıktır.
Tüm bu değerlendirmeler Kılıçdaroğlu’nun politikacılığını ve politikalarını benimsemek anlamına gelmez. Kılıçdaroğlu dönemi, kırk yıldır üstünde ve içinde olduğum CHP tarihinde çok kritik dönemlerden birini oluşturuyor. Murat Aksoy’un bu platformda yayınlanan yazısı o tarihi genel çizgileriyle ele alıyor. Kılıçdaroğlu politikalarını daha önce değerlendirmiştim, zaman, yeniden üstünde durmak gereken bazı boyutlarını ortaya çıkarıyor. Başka bir yazıda, bilhassa Uğur Dündar’a verdiği cevap bağlamında o değerlendirmeyi yapacağım ama şurası bir gerçek ki, CHP, hayali gibi görünen ama özü başka bir toprakta yeşeren birtakım iddiaları bırakıp gerçek bir politika üretimine, şu büyük başarıyı kazandığı dönemde geçmek zorundadır.
O politikanın özünü de bir Cato yöntemiyle, ceterum censeo diyerek (‘kanaatime göre’ demektir ama siyaset literatüründe takıntı haline getirilmiş iddialar anlamına gelir, o maksatla kullanılır) dile getireyim: Aleviler, Kürtler ve sosyalistlerle barışan yeni bir sosyal demokrat politika. O politika, sağın öne sürdüğü, anlamı belli politikaları savunmak sularından çıkıp, gerçek/çi, işlevsel bir politika olmalıdır.