Türkiye’de bir Kürt sorunu olduğu ve o sorunun boyutlarının nerelere vardığı bugüne değin çok incelendi. Şimdi, Studio Yayınlarında yayına hazırladığımız Doç. Dr. Hamid Akın Ünver’in Turkey’s Kurdish Question adlı kitabı meselenin hiç farkına varmadığımız yanlarını ele alır. Ünver, Türkiye’de hiç dikkat çekmemiş veya çok az kullanılmış bir yöntem olan söylem analizi (discourse analysis) yaklaşımını kullanarak, Kürt sorununa eğilen siyasilerin, siyaset çevrelerinin muhalefetteyken ayrı, iktidarda iken ayrı konuştuğunu kanıtlar tezinde. Ünver’in kitabının yine hiç gün yüzüne çıkmamış bazı diğer vurguları da vardır ama sadece şu saptaması bile konunun ne ölçüde karmaşık olduğunu gösterir.
Eski bir matematikçi olarak ben tezimden vazgeçmem: bir konu ne ölçüde karmaşıksa o ölçüde basittir. Kürt meselesinde Ünver’in getirdiği bakış açısı bu bakımdan çok temel bir niteliği özünde barındırır: devlet. Eğer aynı siyasal grup muhalefette yani, siyaset biliminin tanımıyla söylersek ‘sivil’ken bir çeşit, iktidara geldiğinde tamamen önceki söyleminin dışında bir anlayışla konuşuyorsa buradaki değişken ve etkileyici faktör devlettir. Çünkü, iktidar, devleti yönetmek, devleti elinde tutmak, devlet yönetiminin ana aparatı olan bürokrasiyi kontrol etmektir.
Derin devletle yaşamak
Devam edelim: eğer muhalefet partisi iken konuyu şu şekilde nitelendiren parti devlet aygıtına hükmederken dil değiştiriyorsa o şart içinde devleti ele geçirmemiş, devleti kontrol edemiyor, bürokrasiye hâkim olamıyor dememiz gerekir. Bu çıkarım galiba siyaset dünyamızın en belirgin gerçeğidir. Yeni bir şey söylemiyorum, malum olan bir gerçeği ilam ediyorum ve önemli bir şey yapıyorum. İnsanlar çoğu zaman sezgileriyle bildiklerini birisinden duymak ister. Zihinde yüzer gezer şekilde dolaşan ‘hakikat’ ancak o zaman kristalize olur, katılaşır. İdrak o aşamadan sonra başlar. Türkiye’nin Kurtlar Vadisi gibi hatta siyaseti yönlendiren dizilere kadar varacak ölçüde herkesin bildiği ama üstünde yeterince durmadığı olgu budur, yani devlete siyasilerin değil bürokrasinin egemen olduğudur ve bu olguyu popüler kültür, popüler kültürün kaynağı olan sokak başka bir şekle sokmuş, derin devlet kavramını geliştirmiştir.
Mitolojiler, yeteri kadar aydınlanmayan, gerçeği meçhul ama varlığı yüzer gezer bir halde bilincimizde süreklilik gösteren kavramlardır. ‘Derin devlet’ de bir mitolojidir. Asla bir yalan değildir. Gerçektir, mevcuttur ama ne kadar gerçek ve ne ölçüde mevcut olduğunu bilmiyoruz. Ayrıca, eğer derin devlet, meşruiyet dışı, yasallık dışı, yer altında gerçekleştirilen, karanlık işler yapmak ise her devlet doğrudan doğruya derin devlettir. ‘Derin’deki devlete atfettiğimiz her türden hakikat ya da işlev, bilinen, yüzeydeki devlette mevcuttur. Hatta devletin asal varlık nedenidir. Ama o derin devletin meşru devleti teslim alan bir yanı da vardır ki, onun üstünde düşünmek gerekir. Kırk yıldır Türkiye’nin Kürt sorununda yaşadıkları o öyküyü bize anlatır. Faili meçhuller, ‘Beyaz Toroslar’, sonradan kanal kanal gezerek bir şeyler anlatmaya çalışan ne idüğü belirsiz insanlar ‘gerçeği’ hiç değilse hissettiriyor.
Cumhuriyetin Kürt fobisinin temel dürtüsü Türk meselesidir. 1908’le birlikte başlayan ve Yusuf Akçura’nın üç tarz-ı siyaset diye tanımladığı akımlardan biri olan Türkçülük (diğerleri Batıcılık ve İslamcılık) bugün hala devam ediyor. Çok gecikmiş ulus devlet kurma çabası içinde bir kurtuluş umudu olarak insanların sarıldığı Türkçülük bugün de Türkiye’de tayin edici kuvvetini koruyor. Türkiye Cumhuriyeti bir ulus devlet olacaktı.
Kürtler, korkular ve ‘Türk meselesi’...
Onları bir yana bırakalım. Türkiye’de devletin, meşru devletin, kendi tarihi boyunca yaşadıkları dahi başlı başına bir sorundur. Türkiye Cumhuriyeti, üç büyük korku etrafında kuruldu, Kürtler, Müslümanlar, sol. Buna bir de yanlış ifadesiyle ‘azınlıklar’ı, doğru ifadesiyle ‘gayrımüslimler’i eklemek gerekir. Bir ‘tehlike’ olarak solu tarih savuşturdu. Gayrimüslimler demografik gibi görünse bile özünde çok ciddi bir ‘mühendislik’le ve devletin ve derin devletin ittifakı içinde eritildi. Toplumsal zihniyet, çok yanlış biçimde, solu bugün sadece folklorik bir unsur olarak telakki ediyor. Müslümanlar, iktidara geldiler Türkiye’de ve bu çok karmaşık bir konudur. Çünkü, o iktidarın en önemli kurucularından, paydaşlarından biri Kürtler oldu. Ama mevcut iktidar da dahil olmak üzere tabiri caizse politik Kürtlerle asla barışmadı, asla uzlaşmadı.
Cumhuriyetin Kürtlere yaklaşımını gösteren en önemli kanıt ilk döneminde hazırlattığı ‘raporlar’dır. Ayrıntısına girmek gerekmiyor, hepsine ulaşmak mümkün. Dikkat bir yana, o raporların üstünkörü okunması dahi cumhuriyetin Kürt korkusunu ve planını anlamaya yeter. Gerçekten de cumhuriyetin ilk döneminin ana meselesi, daha retorik bir ifadeyle kurucu dışarısı (constitutive outside) Kürtlerdir. Muhakeme salt o dönemle sınırlı kalmaz. 1960 askeri darbesinden sonra yaşananlar o tarihte dahi devletin bilinç dışını Kürtlerin oluşturduğunu gösterir. 1980 sonrasını telaffuz etmek ise hepten anlamsız. Anlamsız ama daha dün denen bir tarihteki ana yaklaşımı göstermesi bakımından hayli çarpıcı.
Cumhuriyetin Kürt fobisinin temel dürtüsü Türk meselesidir. 1908’le birlikte başlayan ve Yusuf Akçura’nın üç tarz-ı siyaset diye tanımladığı akımlardan biri olan Türkçülük (diğerleri Batıcılık ve İslamcılık) bugün hala devam ediyor (tıpkı diğerleri gibi ve bu olgu üstünde ayrıca düşünmek gerekir). Çok gecikmiş ulus devlet kurma çabası içinde bir kurtuluş umudu olarak insanların sarıldığı Türkçülük bugün de Türkiye’de tayin edici kuvvetini koruyor. Türkiye Cumhuriyeti bir ulus devlet olacaktı. Atılacak ilk adım, Türklüğün sadece bir üst kimlik değil bir asal kimlik olarak görünmesini sağlamaktı. Çeşitli çalışmalarda çok ayrıntılı şekilde gösterildiği üzere, cumhuriyetin ilk döneminde ‘Vatandaş Türkçe Konuş’ gibi ‘masum’ görülen bir buyruktan başlayarak Türk kimliği, daha doğru bir ifadeyle Türkçü Türk kimliği kendisini inşa etti.
Buraya bir parantez açmak gerekiyor. Çoğu zaman ilgili literatürde savunulduğu şekliyle kurucu dönemin kimlik anlayışı kültürel Türkçülük olmamıştır. Öyle görünmüştür, gösterilmiştir, öyle olduğuna inanılmıştır ama hayır, Türkiye’deki kimlik modeli onu aşar. Hukuki bir Türkçülük izlenimi veren kesinlikle mevcuttur ama sorun ‘izlenim’dir. Daha ayrıntılı ve pozitif hukuk çerçevesinde bakınca Türk kimliğinin anayasal, hukuki ve kültürel bir tanımı çok aştığını görmek kabil. Toplumla devletin yüz yüze geldiği kesitlerde hukuki-kültürel modelin öne çıkmasına karşılık, devletin kimlik belirleme alanlarında o yaklaşım hemen yerini çok daha farklı yönelimlere bırakır. Bizim çok farklı şekilde kullandığımız ‘ne mutlu Türküm diyene’ kavramı bile kültürel bir pozisyoniçerse dahi çok farklı şekillerde yorumlanmaya açıktır.
Devlet sola karşı birkaç kere askeri darbe ölçeğinde hamlede bulunmuştur. 12 Mart olsun, 12 Eylül olsun tamı tamına solu ortadan kaldırmak maksadını güder. Devlet daima solun öncelikle ‘devlet karşıtı’ olduğunu iddia etmiştir, Buna karşılık sağ kesimin devletten yana olduğundan kuşku duymaz. 12 Eylül sonrasında tutuklanan MHP kadroları öncelikle bu nedenle isyan ediyor, devleti savunmuş kendilerinin nasıl devleti ortadan kaldırmayı öngören (!) solla birlikte tutulduğunu ve tutuklandığını anlayamamışılardı.
Gayrimüslimler, Aleviler ve herkes...
Maalesef 1940’lı yılların Batıda ortaya çıkan ve çok sert politik dönemeçler kazanan ırkçı yaklaşımlar Türkiye’de de yankı bulmuş, bulunca da Türkçülük bu defa her türlü kültürel açılımları geride bırakıp düpedüz ırkçı bir içerik kazanmıştır. 1944’e kadar devam eden o ‘açılımın’, ırkçılığa dönük o göz yumuşun tahribatın, bıraktığı izin bugün de devam ettiğini söylemek hiç yanlış olamaz. Neden olsun? Sorunu Kürt değil ‘Türk sorunu’ olarak koyduğumuz zaman mesele hızla gayrimüslimlere doğru açılıyor. Türkiye, ulus devletini, ulusçu kimliğini ve Türklük doğrulamasını gayrimüslimler üstünden de gerçekleştirmiştir.
Bırakalım son dönemde çok ayrıntılı demografik ve kartografik çalışmalarla tespit edilen Osmanlı çağlarındaki etnik grup dağılımlarını bir yana, modern siyaset döneminin başlangıcı sayacağımız 1908 sonrasında her on yılda bir tekrarlanan bir ‘arınma’ tarihinden söz ediyoruz. 1918’de Ermenilerin başına gelen malum. 1923-24 mübadelesi, Yahudilere dönük 1933-34 Edirne pogromları, yine daha çok Yahudilere dönük 1942-43 Varlık Vergisi faciası, 1955’te yaşanan 6-7 Eylül vakası, 1964’te Rum asıllı yurttaşların sınır dışı edilmesi içinden geçtiğimiz cehennemi yeteri kadar açıklar.
Varlık Vergisini savunurken Başbakan Şükrü Saraçoğlu’dan çok yapılmış bir alıntıyı ben de yapacağım ve o sözler hakim mantığı daha fazlasına gerek göstermeksizin yerli yerine oturtacaktır: ‘"Biz Türküz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar (abç) ve laakal (hiç değilse, en azından-hbk) o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir. (...) Biz ne sarayın, ne sermayenin, ne de sınıfların saltanatını istiyoruz. İstediğimiz sadece Türk milletinin hakimiyetidir (abç)." Başbakan, Türk milletinin ‘kompozit’ yapını bilmeyecek kadar safmış demek gerekir, bu açıklamalar karşısında. Niye bir Varlık Vergisine ihtiyaç duyulduğunu da Saraçoğlu açıklar: ‘Bu kanun aynı zamanda bir devrim kanunudur. Bize ekonomik bağımsızlığımızı kazandıracak bir fırsat karşısındayız. Piyasamıza egemen olan yabancıları böylece ortadan kaldırarak (abç), Türk piyasasını Türklerin eline vereceğiz.’ Yapılan birçok analiz neyin Türklerin eline geçtiğini ayrıntılı şekilde saptamıştır. Tüm çaba, İttihat ve Terakki tarafından başlatılan, gayrimüslimlerin elindeki mal varlığını sıfırlayarak, daha doğrusu bu tarafa aktararak Türkçü/milli sermayeyi kurma görüşünün ilerletilmesi, işlevlendirilmesiydi.
Çatışma bu kadarla da sınırlı kalmadı. 1970’lerden itibaren bu defa yine ‘azınlık’ veya ‘aykırı’ görülen Alevilere dönük sindirme politikalarına yöneldi. 1978’de Kahramanmaraş katliamı, 1980’de Çorum katliamı, 1993’te Madımak yangını, 1995’te Gazi Olayları, Türkçü kimliğin tamamlayıcı ögesi olarak kabul edilen Sünniliğin hakimiyetine dönük hamlelerdi. Yadsınamayacak gerçekler karşısında söylenecek fazla bir şey yok. Buraya, bir de çok rahatsızlık yaratacak şekilde, sola karşı devlet eliyle sürdürülen muazzam kıyımı ekleyebilirim. Devlet sola karşı birkaç kere askeri darbe ölçeğinde hamlede bulunmuştur. 12 Mart olsun, 12 Eylül olsun tamı tamına solu ortadan kaldırmak maksadını güder. Devlet daima solun öncelikle ‘devlet karşıtı’ olduğunu iddia etmiştir, Buna karşılık sağ kesimin devletten yana olduğundan kuşku duymaz. 12 Eylül sonrasında tutuklanan MHP kadroları öncelikle bu nedenle isyan ediyor, devleti savunmuş kendilerinin nasıl devleti ortadan kaldırmayı öngören (!) solla birlikte tutulduğunu ve tutuklandığını anlayamamışılardı. (Anlayamadıkları her benzeri gelişmede olduğu gibi devletin önce ‘sokak faşizmini’ kullanması, günü geldiğinde onu kenara atıp faşizmi kendi eliyle, ‘devlet faşizmi’ olarak sürdürmesiydi.)
Bahsettiğim acılı tarih zamanla aşıldı mı sorusunun yanıtı eğer menfi olmasaydı herhalde Türkiye’nin son kırk yıldır çektiği bunca sıkıntı da yaşanmazdı. Aşılmadı, aksine her aşamada biraz daha içine doğru yanarak işledi, gelişti, mayalandı, katılaştı. Bir türlü değişmeyen bu yapının iki temel özelliği var ve ancak iki temel nedenin dönüşümü ölçüsünde sorunların üstüne çıkılabilir.
2017 sonrasında iktidar dinsel tutumunu ortağı MHP aracılığıyla milliyetçi bir tutumla bütünleştirdi. Türkiye, 2017 sonrasında klasik milliyetçi-İslamcı eksende ilerliyor. Kürt konusunun, azınlıklar konusunun mevcut yapının ve bu koşulların dışında muhakeme edilmesi olanaksız.
Din ve devlet...
Birinci neden, Türkiye’de muhafazakârlık kuramlarının özüne de uygun şekilde sağ bilincin devlet-din ilişkisi içinde şekillenmesidir. Dünyanın hemen hiçbir yerinde devlet ve din özdeşliği dışında bir sağ siyaset tasavvur edilemez. O anlayışın izahıyla dinsiz devlet olmaz. Devlet daima bir dine sahiptir, sahip olmanın ötesinde onu şu ya da bu şekilde kontrol eder. Eğer dinin kontrolü söz konusuysa orada sağ dışında bir muhakemeden, bir ideolojiden söz edilemez. Esasen din sağın genel olarak varlığını kendisine kanıtlayan bir başka nedenden, hiyerarşilere saygıdan kaynaklanır ama bugüne değin literatürde din dışı bir ulus devlet inşası henüz görülmemiştir. Ulus devletin en önemli kurucu unsurlarından biri onun atavistik özellikleridir ki, din gerek tarihsel gerekse onun ötesine geçen sübjektif nedenlerle ulusların, devletlerin kurucu öğesi değildir ama vazgeçilmez kilit taşıdır.
Türkiye, erken cumhuriyet döneminin tüm radikal hamlelerine rağmen din-devlet ilişkisini aşamamıştır. Din dışı bir devlet oluşturma yolunda çabalar öne çıkmıştır, ama dinin denetim altına alınması bir yandan ulus bilincinin din dışı bir anlayışı kabul etmemesi başka bir yandan, 1940 ırkçı hareketi öte yandan gelişince, Türkiye Cumhuriyeti devleti, Sünni akaidin çerçevesi içinde inşa edilmiştir. 1950 sonrası siyaset de bu çerçeveyi çok güçlendirmiştir. Ezanın yeniden Arapça okunmaya başlamasından İmam Hatip okullarının güçlendirilmesine, Kuran kurslarının açılmasına kadar genişleyen dönüşüm din-devlet ilişkisini bu defa topluma doğru açmıştır. Daha 1970’lerde hatta 1980’lerde şimdi mumla aranan ‘merkez sağ’ın, mesela AP’nin sloganı ‘milliyetçi mukaddesatçı’ siyasetti. Demirel’in her mitinginde bayrağa sarılı Kuran’ı öpüp başına koyduğu galiba bugün anımsanmıyor. Böylece devlet-din-milliyet ilişkisi geriye dönüşsüz şekilde kuruldu.
ANAP başlı başına bir realitedir ve onun uzantısı 2002-2012 arasındaki AKP’dir. Nispeten liberal, özgürlükçü ve demokratik bir anlayışla, ama kesinkes Müslüman-muhafazakâr bir zemine oturan AKP ideolojisine pek öyle bir itiraz yoktu. Neticede AB tam üyeliği, AHİM kararlarının Anayasa üstünde tutulması, başörtüsünün kamu alanını genişleten ve demokratikleştiren bir anlayışın uzantısı olması o iktidara Sünni ideolojiyle bütünleşse de demokratik bir model niteliği kazandırıyordu. Zaman o iktidara başka bir içerik getirdi. Liberal damarın zayıflaması oranında politik İslam damarı güçlendi iktidarın. Ayrıca, 2017 sonrasında iktidar dinsel tutumunu ortağı MHP aracılığıyla milliyetçi bir tutumla bütünleştirdi. Türkiye, 2017 sonrasında klasik milliyetçi-İslamcı eksende ilerliyor. Kürt konusunun, azınlıklar konusunun mevcut yapının ve bu koşulların dışında muhakeme edilmesi olanaksız.
Demokratik toplum, devlet ve anayasa demek, devletin hangi koşullarda yurttaşa tabi olacağının tarif edildiği anayasadır. Türkiye, devlet öncelikli bir muhakemeyle siyasi modernleşmesini sağladığı, bu refleksi cumhuriyet döneminde de aynen koruduğu ve sürdürdüğü için demokratik bir anayasaya erişememiştir.
Sözleşmesiz anayasa, kısıtlı yurttaşlık
Bu işin birinci boyutu. İkinci ve galiba daha önemli husus Türkiye’nin sözleşme zeminine oturmuş demokratik bir anayasaya sahip olmamasıdır. Bu yokluk, yoksunluk yeteri kadar tartışıldığı için üzerinde durmayacağım. Ama bu sonucu yaratan başka bir konuya değineceğim: demokratik yurttaşlık eksikliği. Yine aynı kelimeyi kullanarak söyleyeyim maalesef Türkiye’nin cumhuriyetle birlikte başlayan önemli dönüşüm hamlesi siyasi açıdan ulus devletin kurulmasını öngörürken hukuki açıdan da demokratik yurttaşlığı öngörüyordu. Cumhuriyetin egemenlik ideolojisinin, yani egemenliğin millete ait olması ilkesinin hukuki açıdan başka bir izahı yoktur. Millet, yurttaşların toplamıdır. Yurttaşa ait olmayan millet her rejimde mevcuttur. Cumhuriyet ise, eğer söylendiği gibi kul olmayan bireyi öngörüyorsa o bireyin hukuki adı yurttaştır.
Türkiye’de cumhuriyet şekil bakımından yurttaşlığı elbette öznesi olarak kabul etti. Ama bizim cumhuriyetimizin en önemli özelliği biçimsel olanla yetinmesidir. Hangi yurttaştan söz ediyoruz? Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’ın gençlere ‘siz evinize gidin, siyasetle uğraşmayı bırakın, bu ülkeye komünizm gerekiyorsa biz onun getiririz’ dediği yurttaştan mı? Bu konuda söylenecek dünya kadar şey var. Hepsini herkes biliyor. Türkiye, daha çok da solidarist ve korporatist bir anlayışla ne yurttaşını yaratabilmiştir ne bireyini. Yazının başından beri değindiğim şekilde Kürtlerin ve azınlıkların ve çok yakın bir zamana kadar bizatihi Müslümanların maruz kaldığı tecebbür bu nedenledir. Devlet, yani devlet bürokrasisi ve ona hâkim olan ideoloji dilediği ‘makbul vatandaş’ı (tabir bizzat devletindir) yaratmak için ne özgür bireyi istemiştir ne yurttaşı.
Bu ortamda tartışmayı bir adım ileriye götürüp demokratik yurttaşlık kavramını gündeme getirmek gerekir mi, bilmiyorum. Ama 1876 Kanun-i Esasi’den beri devam eden bir anayasa geleneğimiz var. Anayasa devletle yurttaşın arasındaki eşitlikçi sözleşmedir. Hatta bir adım daha ileri gideyim, demokratik toplum, devlet ve anayasa demek, devletin hangi koşullarda yurttaşa tabi olacağının tarif edildiği anayasadır. Türkiye, devlet öncelikli bir muhakemeyle siyasi modernleşmesini sağladığı, bu refleksi cumhuriyet döneminde de aynen koruduğu ve sürdürdüğü için demokratik bir anayasaya erişememiştir. Bazı çevrelerin müdafaa ettiği gibi 1961 Anayasası da o özelliği taşımaz. O anayasa demokratik olmak, demokratik yurttaşı oluşturmak önceliğine dayanmıyordu. Toplumun örgütlenmesini ve sosyalizasyonunu öngörüyordu. Onu da çelişik bir biçimde devlet yapacaktı. O anayasanın ‘demokratik’ sanılmasının nedeni budur. Devlet önceliğini aşamayan bir anayasanın demokratik yurttaşlık kavramını inşa etmesi olanaksızdır. Nitekim, bugün Türkiye’de yaşayan bireylerin tamamının, kim olursa olsun, devletle ve iktidarla bir sorunu vardır ve o sorunun kaynağında demokratik yurttaşlığın henüz teşekkül etmemiş olması yatar.
Akla hemen federatif yapıyı getirmenin bir anlamı da yok. Üniter devletin demokratik yurttaşlık temelinde kurulması pekâlâ mümkündür ve bu model hiç öyle federatif modelleri gerektirmez.
Tek çözüm: demokratikleşme
Kürt sorununu bu yoldan giderek, münferiten Kürt sorunu diye görmeden çözmek mümkündür. Türkiye eğer sorunu ‘Türk sorunu’ olarak görüp, ifade ederse ve sorunu kaldırmanın yolu olarak demokratik yurttaşlık aşamasına geçmeyi görürse toplumsal gerilimlerini en geniş paydada çözer. Kısacası ana sorun demokratikleşmedir. Oysa bugüne kadar mesele ‘tabiyet’ olarak görülmüştür. Tabiyet hâkim etnik kimliğe tabi olmak anlamına gelir. Kısacası, kırk yıllık sorunumuz Kürtlerin, Türklük üst kimliğini kabul etmemesi olarak kabul edilmiştir. Oysa, demokratik Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlığı üstünde uzlaşılır ve bu yurttaşlık yeterli şart kabul edilirse Türkiye’de herhangi bir etnik kimliğin diğeri üstündeki dışlayıcı hakimiyet yaklaşımı devre dışı kalacak, ‘sorun’lar çözülecektir.
Demokratikleşmenin başka bir yolu yoktur. Zaman zaman kimilerinin Fransa’dan getirdiği örnek Türkiye sorununu çözmeye yetmez. Fransa Cumhuriyeti, Fransa’nın etnik yapısı ve yurttaşlık anlayışı, Fransa’nın dinle olan ilişkisi aynı konuların Türkiye’deki tezahüründen hayli farklıdır. Her toplum kendi sorununu kendi tarih yükünü gözeterek kendi tarihinin birikimiyle çözecektir. Başka bir formül arayışının anlamı yoktur. Fransa örneğini verenlere mesela Amerika hatırlatılır ki, bu mecralarda o örneğin Türkiye için anlamını birçok defalar dile getirdim, dışarıdan bir model bulmaya çalışmanın saçmalığına ve ayıbına rağmen. Yine de belirteyim. Fransa’yla Türkiye arasındaki fark devlet öncelikli yapı ise Amerikan demokratikleşmesi ve anayasasıyla Türkiye örneği arasındaki benzeşme de farklı etnik yapıların bir arada bulunması zaruretidir. Akla hemen federatif yapıyı getirmenin bir anlamı da yok. Üniter devletin demokratik yurttaşlık temelinde kurulması pekâlâ mümkündür ve bu model hiç öyle federatif modelleri gerektirmez. Cin Ali olmanın kimseye yararı bulunmuyor.
Kürt konusunun çok katmanlı yapısını iyi kavramak gerekir. Sorun sadece bir silahlı çatışma değildir. O, işin en acılı yanıdır. Hiçbir ülke, hiçbir devlet, hiçbir toplum toprağında silahlı kalkışmaya izin vermez. Türkiye de vermedi.
‘Devlet aklı’ derken...
Türkiye’nin bu doğrultudaki ana kısıtlamasını belirterek bitireyim yazıyı. Aydınlarımız hatta siyaset bilimcilerimiz dahi, devlet aklı (raison d’etat/ reason of the state) kavramını olumlu bir mana yükleyerek kullanıyor. Devlet aklı kavramını ‘devletin akıl dairesinde yönetilmesi’ olarak anlıyor. Tepeden tırnağa yanlış bir yaklaşım bu. Devlet aklı demek devletin yaptığı hiçbir şeyden sorumlu olmaması, bekası için devletin her şeyi yapma hakkına sahip bulunması demektir. Machiavelli’nin geliştirdiği ve çoğu zaman literatürde ahlak dışı (amoral) olarak nitelendirilen bu temel yaklaşım ancak pozitif hukukun ve modern bürokrasinin gelişmesiyle, bilhassa anayasal devletin ortaya çıkmasıyla aşılabilmiştir. Hobbes bile bu çerçevede çok ciddi bir engeldir. Kavram (’ragione degli stati’) ilk kez 1547’de Giovanni della Casa tarafından kullanılmıştır ama daha çok ‘devlet çıkarı’ olarak görülen bu kavramı doğrudan ‘devlet aklı (‘ragion di stato) haline getiren, 16. Yüzyıl düşünürü Jesuit Giovanni Botero’dur. Botero, henüz Türkçeye çevrilmemiş olan The Reason of State (Della Ragion di Stato,1589) tarihli kitabında Machiavelli’nin her şeyi mubah gören yaklaşımına şiddetle karşı çıkar. Onu radikal şekilde eleştirir. Yine de gerçek anlamdaki modern devlete geçene kadar egemen görüşü Prens yazarı temsil eder.
Osmanlı-İslam devlet geleneği her ne kadar Kınalızade’nin tanımladığı şekilde, daire-i adalet muhakemesi içinde yöneticinin (‘prens’in) adaletle hükmetmesini şart koşsa da beka ana kavramdır ve kardeş katilliği fetvasının dayanağı da budur, nizam-ı alem’i tesis etmek, devlet-i ebed müddet olgusunu gerçeklemek. (Elbette evlat katilliği Kınalızade’den çok öncedir.) Bugün dahi Türkiye’de devlet yöneticilerinin asli dayanağı bu kavramdır: ‘beka’. Bugün de gündelik siyasi dilin ve siyasal bilincin en güçlü unsurudur, beka. Hal böyle olunca devlet aklı bugün de devletin beka maksadıyla yaptığı hiçbir şeyden sorumlu olmaması anlamınadır Türkiye’de, hiç değilse bekayı temin etmek için devletin her şeyi yapabileceği görüşünün dayanağıdır. Başta belirttiğim o derin devlet bu kaynaktan türer.
Kürt meselesini bu çerçeve içinde değerlendirmek gerekir. Kürt konusunun çok katmanlı yapısını iyi kavramak gerekir. Sorun sadece bir silahlı çatışma değildir. O, işin en acılı yanıdır. Hiçbir ülke, hiçbir devlet, hiçbir toplum toprağında silahlı kalkışmaya izin vermez. Türkiye de vermedi ama başka bir kanadın savaşın devamını istediği ve el altından desteklediği hatta körüklediği malumdur. 2000’li yıllarda bu konu çok yazıldı. Daima savaş baronları, daima kandan beslenenler vardır. Türkiye, Kürt sorununu kendi devlet olgunluğu içinde ve demokratikleşmesinde yepyeni bir evre olarak mütalaa edip aşmalıdır.
Eğer Türkiye gerçek anlamda çoğulcu ulus devlet, gerçek anlamda demokratik yurttaşlık, gerçek anlamda sözleşme olan bir anayasa yaratmak istiyorsa Kürt ve Türk meselesini birlikte değerlendirip çözmelidir.