Türkiye için bir fırsat: CHP’de yeni kuşak siyaseti

Kılıçdaroğlu’nun şimdi ‘butlan’ tehlikesiyle karşı karşıya olan ve katıldığı son kurultay hakkında, bazı çağrılara rağmen ne diyeceğini, 15 Haziran’da 100. yaşına giren Attila İlhan’dan bir deyişle söyleyeyim, ‘ben bilmem, siz hiç bilmezsiniz’ ama bir gerçek çeki taşı gibi ortada duruyor, öyle veya böyle CHP de CHP’nin bir önceki Genel Başkanı da çok ciddi sorunlarla karşı karşıyadır.

Kılıçdaroğlu’nun ne yapması gerektiğini artık sağı sultan dahi duydu. Eğer kurultay iptal edilirse ve görev eski tabiriyle Kılıçdaroğlu’na terettüp ederse, ortaya çıkıp, o konumunu vekaleten mevcut başkan Özel’e devretmeli, en kısa yasal süre içinde de bir daha aday olmayacağını belirterek kurultayın yapılmasını sağlamalıdır. İnsanlar her zaman doğrudan kazanmazlar, bazen de çekilerek, kaybederek kazanırlar. Herhalde o koşullarda Kılıçdaroğlu’nun CHP tarihine bugünkünden bambaşka bir şekilde geçeceği malumdur hatta muhakkaktır.

İşin o kısmı da beni ilgilendiriyor herkes gibi ama asıl başka bir noktaya gelmek istiyorum: siyaset ve nesil meselesi. Kılıçdaroğlu’nun yapacağı veya yapmayacağı hamle CHP içindeki kuşak dönüşümüyle doğrudan ilgilidir.

 

* * *

Bu sitede kısa süre önce başka bir mecrada yayınladığım, 27 Mayıs hakkındaki yazımda, bugüne değin üstünde pek fazla durulmayan bir konuya değindim. 27 Mayıs’ı ‘hiyerarşi dışı’ bir darbe olarak fiile geçiren hamlenin çok önemli nedenlerinden biri, nesil çatışması ve bir kuşak hareketiydi. Türkiye’de zaman zaman maalesef çok yanlış bir şekilde gündeme getirilen ‘genç subaylar’ meselesi özünde doğrudur, o gün de doğruydu. Esasen 1908’den beri doğrudur. Darbeye hâkim olan ve generallerin kendilerine selam durmasını isteyen binbaşılar, yarbaylar, albaylar başka, arkadan gelen, yeni ve genç bir nesle mensuptu. O sırada orduyu yöneten komutanlarla aralarında en az 30-40 yıl yaş farkı vardı. Bir kuşak ötekini dinlemiyordu, dinlese de anlamıyordu. 27 Mayıs darbecileri birkaç ay içinde onları, evvelki nesli ordu pahasına olsa bile tasfiye etti, açılan yerleri kendisi doldurdu.

Berlin Duvarı’nın yıkılmasını, SSCB’nin çökmesini, Doğu Bloku’nun dağılmasını da yine kuşak farkı yaratmıştır. SSCB’de ve diğer Demir Perde ülkelerindeki yönetimler siyaset biliminin ‘gerontokrasi’ (‘yaşlılar yönetimi’) diye nitelendirdiği, daha o zamanlar yazdığım yazılarda çok eleştirdiğim, eski bir kuşağa mensuptular. Hele 35 yıl öncesi düşünülürse, o eski ‘devrim’ kuşağı yeni dünyayı anlamaktan acizdi, belli ki, sadece kendi bireysel meseleleriyle uğraşıyordu. O sırada dünya tepeden tırnağa değişmişti.

Buradaki problem şudur. Devrimleri gerçekleştiren kuşaklar daima gençtir. Devrimin ‘ateşi’ başka bir niteliği kaldırmaz. İnsanlığın gençlik tanımı zamanla değişir. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u aldığında 19 yaşındaydı. Fransız Devrimi’ni icra eden Konvansiyonun yaş ortalaması 30’du, hatta 1908’de kendi devrimlerinin içinde ve başında yer alırken Enver Bey (Paşa) de Mustafa Kemal Bey (Paşa) de henüz 30 yaşını bulmamıştı. (Mustafa Kemal Paşa’nın doğum yılı 1881 olarak belirlenmişse de son araştırmalar onun birkaç yaş daha büyük olduğunu kesin şekilde kanıtlamıştır.) O kadro Kurtuluş Savaşı’na 40 yaşına doğru girdi. Rus Devrimi’nin yönetim kadrosu biraz daha yaşlı olsa da aşağı yukarı o çağlarındaydı.

Vurguladığım üzere, İttihatçıların tamamı iş başına geldiklerinde 30’lu yaşlarındaydılar ve önemli maksatlarından biri devleti gençleştirmek, Tanzimat paşalarını görevden ayırmaktı. Demirel, 40 yaşında Başbakan olmuştu. Küba Devrimini yapan Fidel Castro 1959 yılında 33, Che Guavera 31 yaşındaydı. Türkiye’de Meclis’in, yönetim kadrolarının ‘prosopografik’ incelemeleri olmadığından el yordamıyla bulduğumuz sonuçlara göre izleyen yıllarda yaş ortalaması yükseldi. (Sadece Frederick W. Frey’in 1965 baskılı The Turkish Political Elite adlı kitabı bu konuda ciddi bir analiz sunar.)

* * *

Değişimin önemi şuradadır. Her dönem, devrim, atılım başlangıcındaki heyecanı yitirir ve bürokratik hale gelir. Devrimler yaşlanır, onu gerçekleştiren kuşaklar yaşlanır ve ortaya taşınamayacak ağırlıkta, esnekliğini yitirmiş, katılaşmış, kendisi bir dönüşümün sonucu olsa bile dönüşümleri anlayamayan yaşılar ve insanlar çıkar. Yaşın getirdiği tutuculuk ister istemez yönetimlerin bilincini ve davranış kalıplarını tayin eder. Ancak kendisini yenileyebilen yönetim modelleri, ancak yerleşik isimlerin koltuklarını kendisinden sonra gelen ve yetiştirdikleri kuşaklara devredebilen yapılar ayakta kalabilir.

* * *

Konu toplumbilim açısından hiç de yeni değildir. Gelmiş geçmiş toplumbilimcilerin bana göre en önemlilerinden biri olan Karl Mannheim daha 1923 yılında yazdığı artık klasikleşmiş makalesinde sorunu ele almıştı. Ama ben son zamanlardaki gelişmeleri irdeleyen William Strauss ve Neil Howe’nin önce 1991 tarihli Generations kitabıyla başlayan ve 1997b tarihli ve biraz 19. Yüzyıl kitaplarının adlarını çağrıştıran The Fourth Turning: An American Prophecy: What the Cycles of History Tell Us About America's Next Rendezvous with Destiny başlıklı kitaplarını son derecede önemli ve çığır açıcı buluyorum. Kısacası, yeni nesil, sonraki kuşak her zaman toplumların gündemindedir.

İki örnek vereyim. Birincisi, 1959 yılında CHP’nin yayınladığı İlk Hedefler Beyannamesi’dir. Aşılmış yanları elbette vardır ama o metin hem 1961 Anayasası’nın bire bir kaynağını oluşturmuştur hem de Türkiye’deki demokrasi dönüşümünün nadir yol açan metinlerinden biridir. Onu, Hürriyet Partisi'nden CHP’ye geçen ve CHP’deki arkadaşlarıyla bir araya gelen yeni kuşak hazırlamıştır. İnönü’nün büyük başarısı o kuşağın böylesi bir etkinliğine alan açıp olanak vermesidir. İkinci önemli hamle daha doğal bir yoldan gerçekleşmiştir. DP’nin kapatılmasından sonra kurulan AP’nin yönetim kadrosunu da gençler meydana getirir. Söz konusu kuşak değişimi AP’nin 1961 ve 1965 başarılarında ana etken değildir ama çok ciddi bir faktördür. Bir adım ötede de Bülent Ecevit’in 1972’de partiyi bir kuşak hareketiyle İnönü’den devralışı var. O yenileşmeye/gençleşmeye bağlı olarak CHP 1973 ve 1977’de tarihinin iki tek başarısını elde etmiştir.

Aynı yere dönersem, Türkiye’de partilerin ve Meclis’in yaş ortalamasının zamanla yükseldiğini belirtmek zorundayım. Onu da bir yana bırakıp meseleye Türkiye’yi yöneten kuşaklar açısından bakmayı sürdürelim. İtiraf etmek gerekir ki, İttihatçılar en uzun ömürlü kuşak olmuştur. Çok kaba ve aykırı bir hesap yapıyorum. Bütün itirazlarına, muhalefetlerine rağmen kesinkes birer İttihatçı olan İsmet İnönü 1973 yılında, Bayar ise 1986’da vefat etti. Son günlerine kadar politikanın içindeydiler. Yani, İttihatçılar 1906-1986 arasında siyasettedirler ve baştadırlar. Ayrıca o kuşak Maurice Halbwachs’ın geliştirdiği bir kavramla söylersem ‘kolektif hafıza’nın temsilcileriydi.

* * *

Ardından gelen kuşak 1925 kuşağıdır. Demirel’in (nüfus cüzdanında 1924 yazmasına rağmen birkaç yaş daha büyük olduğunu biliyoruz), Ecevit’in, Erbakan’ın, Özal’ın, Erdal İnönü’nün ve arkadaşlarının kuşağı hep 1920’lerde doğmuştur. Bu kuşak da yakın zamana kadar siyaseti belirlemiştir. İçlerinde en kısa ömürlüsü, insan inanamıyor ama, 65 yaşında vefat eden Özal’dır. Kabul edelim ki, bu kuşak, ama öyle ama böyle, siyasette epey başarı sağlamıştır.

1925 sonrasında 1930-40 arasında siyasette bir önceki kuşak kadar etkili olan siyasetçi bulmak zordur. Tek istisna Deniz Baykal’dır, onun doğumu da 1930’ların sonuna doğrudur (1938). İzleyen siyasetçiler Amerika’da ‘baby boomer’ denen kuşağa mensup olan ve savaş sonrasında dünyaya gelen Mesut Yılmaz’ın, Karayalçın’ın ve Tansu Çiller’in neslidir ki, kesinlikle yetersiz, başarısız, siyaseti kısa sürede terk etmiş insanlardan söz ediyoruz.

Ve ne yazık ki, bu kuşağı kronolojik şekilde izleyen bir kuşak hareketi bulunmuyor. Mesela 1940’lılar veya 1950’lerin siyasette oynadığı o kertede önemli bir rolden söz etmek hayli güç. Nedeni çok açık. 1940’lılar 1968, 1950’liler 1978 kuşağını meydana getirdi ve devlet onların siyasette başını kaldırmasına izin vermedi. Tersine her iki kuşak da siyasetin çarkları arasında, derin devlet marifetiyle çıkarılan iç savaşta ezilip yok edildi. Devletin kaynaklarını ve kendi kendisini tahrip etmesine dünya yüzünde herhalde daha iyi bir örnek gösterilemez.

Tek istisna, Erdoğan’dır ve 1954 doğumludur. Kemal Kılıçdaroğlu, 1940’ların sonunda doğmuş, 1948 yılında. (11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de 1950 doğumludur.) Herhalde yakın çevresindeki birkaç kişi de öyledir.

* * *

İşin asıl dikkat ve ilgi çekici yanına gelirsek, CHP’de bir dönem Kılıçdaroğlu’nun etrafında bulunan, ardından onu aşarak parti içi iktidarı ele geçiren insanların çok daha sonra dünyaya gelen isimlerden oluşmasıdır. Örneğin Özgür Özel 1974, Ekrem İmamoğlu 1971 doğumlu. Adı o kadrolar içinde geçen ve bugün CHP’de üst düzeyde siyaset yapan hemen herkes 1970’lere kayıtlı isimlerdir.

Beğenelim beğenmeyelim, isterse bin türlü sorunumuz ve çelişkimiz olsun CHP içinde ortaya çıkan bu gelişme çoktan da çok önemlidir. Bir kuşak hiç beklenmedik şekilde gelmiş ve CHP’de siyaset yapmaya başlamıştır. İstediği kadar Türkiye’de seçilme yaşı 18’e indirilsin, siyaset daima ‘yaşını başını almış insanların’ işi sayılmıştır. Bu koşullarda yaşı 50 dolaylarında olan insanların siyasal ağırlık kazanması ülke bakımından büyük bir fırsattır ve bu demografik değişimin üstünde durmak gerekir. Söz konusu kuşağı hazırlayan koşullar, onları siyasete taşıyan yollar, siyasallaşmalarını sağlayan olanaklar teker teker ele alınmalıdır.

Mevcut ve 1970 doğumlu insanlardan meydana gelen grubun siyasal bilincinin Türkiye’de ve dünyada büyük dönüşümlerin yaşandığı 1980’lerden başlayarak oluştuğunu bilmek gerekir. Yine bu insanlar büsbütün kendilerini bulduklarında (1990’lı yıllar) başlayan siyasal dönüşüm ve iktidar (Refah-Fazilet-Ak Parti yılları ve süreci) herhalde onların siyasal bilinçlerini özel bir şekilde etkilemiştir. O dönemin, son otuz yılın, çok karmaşık ama bir o kadar da kutuplu yapısı muhtemelen bu kuşağın görüşlerinin oluşmasında başka her şeyden daha fazla müessirdir. Onların tepkilerine, siyasetlerine bu açıdan bakmak gerekir.

Mevcut durum ve bu insanlar ne kadar ‘doğru’ veya ‘yanlış’ siyaset üretse de (siyasette mutlak doğru ve yanlış yoktur, o ancak doktriner bir yaklaşımdır) CHP için bir şanstır. Türkiye genel siyaseti için de bir şanstır. Şansı sadece gençlerin (?) bu mertebelerde siyaset yapması değil, ürettikleri siyasetin Türkiye’nin son otuz yılında biçimlenmesi oluşturuyor. Yakın dönemin karmaşık siyaset koşulları, fazlasıyla polarizasyona dayanan eğilimleri, bütün bunlara rağmen çok değişik bir dünyada siyaset yapma zorunluluğu bu neslin istese de doktriner bir siyaset anlayışı içinde olamayacağının işaretidir. Belki tarihsel perspektif zaafları vardır, belki siyasetin daha derinlikli konularına yeterince hâkim değillerdir, belki dış politikada biraz daha yetişmeleri gerekir ama bu insanların çok daha güncel, çağdaş, çok daha toplum ve insan odaklı ve yönelimli bir siyaset anlayışı içinde bulunacakları kesindir. Tüm bu nitelikleri Türkiye adına bir kazançtır.

* * *

Şimdi 1948 doğumlu Kılıçdaroğlu, her şeyden önce ve daha fazla, bu kuşakla çatışma içindedir ve hiçbir şansı bulunmuyor. Daha doğrusu, tersinden söylersem, Kılıçdaroğlu’na düşen, Türkiye’nin hiç ihtiyacı olmayan bir gerontokrasi örneği daha yaratmadan, yine ülkenin asla ihtiyaç duymadığı bir başka ‘değişmez genel başkan’ görüntüsü kazanmadan (2023’te görevden ayrıldığında Kılıçdaroğlu13 yıl CHP Genel başkanlığı yapmıştı, Atatürk’ün o görevde geçirdiği süre 15, Ecevit’in, 7 yıldır, Baykal ise gitmeleri-gelmeleriyle 1992’den 2010’a kadar yani 18 yıl CHP’nin başında bulunmuştur) görevi ardından gelen ve çok zor yetişmiş, yetiştirilmiş kuşağa devretmesidir.

Neden böyle düşündüğümü bir daha belirteyim. Siyasette yeni kuşakların oluşması gerçekten çok zordur. Ben 45 yıldır üniversitedeyim. Bu sürenin son otuz yılı aynı zamanda yöneticilik yıllarımdır. Geçen zaman içinde Türkiye’nin en iyi üniversitelerinde görev yaptım ve bu okullardan maalesef siyasete hemen hemen hiç kimseyi taşıyamadık. Bu olumsuzluğun çok önemli bir nedeni var. 1980 askeri darbesi Türkiye’de siyaseti ‘anayasal olarak’ öğrencilere, memurlara, öğretim üyelerine ve hatta işçilere yasakladı, kapattı. Kuşaklar çok büyük ölçüde apolitik bir anlayışla yetişti. (Her ne kadar bu görüşe yönelik eleştirilerim varsa da burada öyle ifade edeyim.) Gençler siyasetten uzak durdu. Hele sol siyaset söz konusu bile edilmedi. Devletle 1990’lardan başlayarak muhafazakârlar çatıştı ve her devlet çatışmasının getirdiği gibi, o kesim siyasete yöneldi. 1990’ların ve 2000’lerin hâkim tablosu buydu.

Bugün eğer yeni bir kuşak CHP’de benim tüm eleştirilerime, itirazlarıma, uzlaşmazlıklarıma rağmen o partinin içinde siyaset yapıyorsa ve CHP’de ortaya çıkan yönetim tam anlamıyla bir kadro hareketiyse bir önceki kuşağa düşen, tıpkı zamanında İnönü’nün ve Ecevit’in yaptığı gibi, o gençlerin önünü açmaktır. Muhafazakârların dışında bir çevrenin siyasete girmesi ayrıca büyük bir demokratik kazançtır. Baykal’ı bulup getirenler Mülkiye Cuntası diye bilinen çevreydi ve başlarını Turan Güneş çekiyordu. Ecevit ise ona büyük olanaklar sağlamıştı. Fakat Baykal kendisinden sonra tek bir kişiyi yetiştirmedi. Sonucun ne olduğu malum. Benzer şekilde, DP ve Ecevit hareketi de CHP içindeki yeni kuşak hamleleriydi. Onların elde ettiği sonuç da bellidir.

Kılıçdaroğlu şimdi biraz tarihe bakmalı. Tarihin kendisine yüklediği sorumluluğu objektif bir şekilde değerlendirmelidir. Ben siyasal bir pozisyonu değil sosyolojik bir gerçeği vurguluyorum. Aynı şekilde devlet de devlet dediğimiz zaman aklımıza gelen bütün o karmaşık mekanizma da bu yeni kuşağın önünü kesmekten ziyade açmaktan yana olmalıdır.

Türkiye, Türkiye’nin; CHP, CHP’nin düşmanı olmamalıdır.