‘Meydana’ çıkan demokrasi...

Türkiye’de meydanlar çeşitli demokratik talepleri dile getiren insanlarla doluyor. Her zaman değil, zaman zaman görülen bu durum özünde bir toplum ve demokrasi meselesidir. Her toplum ve demokrasi meselesinin değişmez bazı ilkeleri vardır. Diyalog, uzlaşma, temsil, katılım gibi unsurlar o sabiteler arasındadır. Hepsinin toplamı olan bileşke ise tam da o gerçek ‘gösteriler’ ve onların cereyan ettiği meydanlardır. Meydan yoksa, toplantı ve gösteri yoksa demokrasi yoktur. Çünkü mekân dediğimiz olgu siyasaldır, ciddi bir hafızaya sahiptir ve katılımcılığı ölçüsünde siyaset üretme kapasitesini haizdir. Bu gerçek anlaşılmadan bugünkü sorunlar çözülemez.

* * *

Türkiye’nin son otuz yılda yaşadığı ana tartışma, farkında olsa da olmasa da yanlış şekilde kamusal alan dediğimiz, doğru şekliyle söylersek toplumsal alanda cereyan etmektedir ve doğrudan doğruya toplum alanının kendisiyle ilgilidir. Kamu alanının Batı dillerindeki karşılığı ‘public space’tir. Eğer sadece İngiltere’de bar sahiplerine ‘publican’, barlara ‘pub’ dendiği anımsanırsa gerçek yerine oturur.

 

Otuz yıl önce hayatımızı dolduran başörtüsü tartışması bir toplumsallaşma tartışmasıydı. Bir anlamda da kamunun yani devletin işgal ettiği toplum alanını ondan geri alma amacını güdüyordu. Doğaldı. Türkiye’deki modernleşme devlet eliyle, yukarıdan aşağıya ve buyrukçu bir anlayışla sağlanmıştı. Ayrıca Türkiye’deki geleneksel kent modelinde meydan/alan bulunmazdı. İslami-Türk yaşamında ve geleneksel zihin yapısında iç ve dış mekan anlayışı geniş ölçüde tersinedir. Bu dünya ‘yalan dünya’dır, asıl olan ‘öteki’ dünyadır, burada ‘misafireten’ bulunuruz. Anadolu’da evlerin içinde yer aldığı avluya ‘hayat’ denmesi yeteri kadar güçlü bir işarettir, iç mekan dıştır, dış mekan da iç.

‘Modern’ devlet bu yapıyı dönüştürmüştür. Meydanlar ve alanlar inşa etmiştir. Fakat o meydan ve alanları toplumdan soyutlamış, kendisine ait topgrafyalar ‘yerler’ olarak düşünmüş ve o niteliğe büründürmüştür. Toplumun oralarda bir araya gelmesi mümkün mertebe yasaktır, en azından çok ciddi bir mevzuata tabidir. Tıpkı basının ‘kanun dairesinde serbest’ olması gibi, alanlar da toplumdan arınmış olduklarında topluma aittir.

Oysa toplum siyasetin öznesidir. Toplumun olmadığı, hatta iki kişinin bir arada bulunmadığı yerde siyaset olmaz. Siyaset çoğullukla ilgilidir. Yine çoğulluk işin içinde bulunduğundan siyaset demokrasiyi ‘icat’ etmiştir. Demokrasi, çoğunlukla (‘çoğullukla’ değil) ilgilidir. Ama demokratik siyaset çoğunluğun azınlık haklarını gözeterek edip eylemesidir. Buna mukabil demokratik siyaset kapalı mekanda cereyan edemez. Demokrasi, hatta siyaset, ‘agora’yı gereksinir. Agora, topluluğun bir arada bulunduğu ortak alandır ve insanlar orada konuşarak (‘parler’-parlamento) siyaset yaparlar.

O siyaset ‘polis’in yani kentin ‘politeia’ya yani devlete/rejime karşı ‘policy’ yani siyasa ürettiği, siyaset yaptığı alandır. (‘Siyasa’ ile ‘siyaset’ arasında ciddi bir fark olduğuna değineyim.) Anadolu-Türk-İslam mekan yapısı ve geleneği bu oluşumu engellemiştir. Ayrıntılarında belki bulunur, ama Anadolu-İslam geleneği içinde siyasanın meydanda üretilmesi düşünülmez, meydan bir dışavurum, bir temsil ve tahayyül alanı olarak tasavvur edilmez. Roma geleneğine oturmuş bir toplumun, mesele Likya demokrasisinden herhangi bir şey almamış olması her türlü değer yargısından soyutlanarak ayrıca irdelenmesi gereken çok ilginç, çok merak uyandıran bir gerçektir. Kısacası, politikanın, Anadolu yani Selçuklu ve daha sonra gelişen Osmanlı geleneğindeki dinamikleri meydanı dışlar. Galiba meydanla ve onun seçenekleri olacak pazar yeri gibi örgütlenmelerle devlet ilişkisi sadece karikatürleştirilmiş ‘tebdil gezme’ üstünden gelişmiştir ki, sözü edilmeye değecek bir husus değildir.

* * *

Meydanın Cumhuriyet döneminde de bir agora niteliği kazanmadığını yukarıda geçerken ele aldım. Çok uzun yıllar kültür tartışmalarının temeline oturmuş iki meydana dönük tartışması söylediklerimin kanıtı mahiyetindedir. Geçmişin zıtlaşmalarını gözden geçirenler Taksim ve Beyazıt meydanlarına dönük tartışmaları hemen görür. Çekişmeler, mimarlık tartışması gibi görünür ama özünde kültür sorgulamalarıdır. Mekanla toplum ve devlet ilişkisini anlamak bakımından o tartışmaların zaman geçirmeden derlenmesi, bu tarihlerin ayrı ayrı yazılması şarttır. Tartışmalar meydanların kime ait olacağına, meydanı kimin kullanacağına dönüktür. Kamu mu toplum mu sorusu meydanları biçimlendiren mimari planlamaların özünü meydana getirir.

Fakat her iki meydan da iki büyük toplumsal dönemeçte, kısa süreliğine de olsa, toplumun eline geçer ve meydanların hafızasına derin bir şekilde kazınır. Beyazıt Meydanı, 27 Mayıs öncesinde öğrenciler tarafından teslim alınır ve ‘şehitler’ aracılığıyla, Nazım Hikmet’in şiiriyle, bahsettiğim derin belleği hızla kazanır. Taksim Meydanının siyaset sahnesine çıkması için bir on yıl daha beklenir ve 1 Mayıs kutlamalarıyla o da kendi sol ve toplumcu belleğini edinir. Taksim Meydanı, 1 Mayıs 1977’nin, tartışması hala devam eden hazin gerçeğiyla, yani derin devletin açtığı ateşle başlayan kıyımla ve Ecevit’in 1973 ve 1977 mitingiyle zihinlere yerleşti. Bugün de her 1 Mayıs aslında devletle toplumun meydanlar üstünden gelişen siyaset tartışmasıdır.

* * *

Şu kısa anlatımdan çıkan sonucu elbette çok daha önceleri büyük Fransız Marksist düşünürü Henri Lefebvre veciz şekilde saptayıp, ‘mekan siyasaldır’ demişti ve mekanın üretimini sağlayan dinamikleri daha 1930’larda biçimlendirmişti. Mekan bir ilişkisellik zeminiydi ve ancak öyle oluşabilirdi. Mekan, ‘deneyimlenebilirdi’ (pércu/pratice), ‘temsil edilebilirdi’ (vécu) ve ‘temsil mekanları’ (conçu) olabilirdi.  Bunlar sırasıyla fiziksel, sosyal, ruhsal mekanlardı. Fiziksel mekan materyal, ruhsal mekan ideal(ist), sosyal mekan hem materyalist hem idealist mekanlardı. Bu mükemmel analizin üstüne sonradan birçok yeni görüş ilave edildiyse de zemin kendi gücünü bugüne değin korudu. Sadece şu katkıda bulunalım Lefebvre’nin analizine: bugünün politik mekanı materyal ve ideal kesişiminde ürüyor ve gelişiyor. Yunanistan’da, İspanya’da görülen, görünen toplum hareketlerinin anlamı budur.

Gerçek manasında siyaset de aynı kökten türer. Kendi içinde idealist olmayan ve doğrudan materyalist bir tabana oturmayan siyaset toplumsal olamaz. Her siyasal talep bu iki koşulu içinde barındırır. Esasen Platonik/Hegelci ve Marksist siyaset felsefesini tanımlıyoruz. Marksizm, ideal olanın materyal olana dönüştürülmesi ve o dönüşümün tarihsel olanla, tarih içindeki birikimiyle buluşturulmasıydı. Ama Marksizmi, önce içinde barındırdığı işçi sınıfı hülyasının tarihsel özne olmasını hazırlayan ütopya olarak tanımlamak, ardından o saf idealin maddi temelde dönüştürülmesi ve somutlaştırılması olarak görmek gerekir. ‘Devrimci hayal’ başka türlü açıklanamaz ve son derecede önemli bir olgudur.

* * *

1990’ların geliştirdiği ve hızla büyüyen hareketler o dönemde Yeni Toplumsal Hareketler başlığı altında siyaset bilimi literatürüne girerken Habermas, ‘toplum alanı’ (public space) kavramının en önemli isimlerinden biriydi. Habermas’ın iletişimselliği arayan yaklaşımı çok tartışıldı. Alman düşünür, mekanın özneler arası etkileşimi kurmaktaki yetisine dikkat çekiyordu. İki önemli olgudan söz ediyordu. Birincisi konuşmakla biçimlenen iletişimin ideal bilgi kuramını aşan somut yanı, ikincisi toplum alanlarının başlı başına birer mekan olması. Daha önemlisi de politik toplum denen varlığın mevcut toplum ve devlet düzenine ait kısıtlamaları iletişimsel kapasiteyle ve yeni mekan politikalarıyla aşabilecek bir yetiye sahip olduğunu düşünmesiydi. Habermas’ın özellikle dikkat çektiği husus, siyasal partilerin, çıkar gruplarının gerçek demokratik siyaset üretiminin taşıyıcıları olarak zaman zaman bu kapasiteyi daraltmasıdır. Habermas’a göre doğrudanlık, doğrudan siyaset güçlü siyaset üretiminin temel ögesidir.

Bu görüşlerin tepeden tırnağa yeni olduğunu söylemek olanaksız. Amerikalı coğrafyacı Doreen Massey’in toplum alanlarını özneler-arası (inter-subjective) bir mekan (space) olarak tasarlayıp, mekanı ‘yer’den (place) ayırarak ele alaması da bir o kadar önemli. Mekanların yerlerden farkı donuk olmamasıdır. Sürekli olarak değişir mekanlar ve her mekan kendisini durmaksızın dışa doğru açar. Onunla da kalmaz, üstünde yer alan özneleri kimlikleri konusunda bilinçlendirir ve onların da kendilerini dışa doğru açılmasını sağlar. Habermas’ın söylediklerine benzer şekilde genç yaşta ölen Masssey de mekanın siyasanın odak noktası olduğunu söylüyordu.

* * *

Bu tartışmaların 20. Yüzyılın sonu 21. Yüzyılın başında yapılması ilginçti. Eğer öyleyse o günkü siyaset oluşumunu 2500 senelik politik/demokratik kültürün dönüşüm eşiklerinden biri olarak görmek gerekir ki, öyleydi, tartışmalar özellikle Berlin Duvarının yıkılmasından sonra başlamıştır. Yeni Toplumsal Hareketler kavramının biçimlenmesine de aynı dönem yol açıyordu. Arap Baharı bilhassa örgütlenme dinamiklerinin daha önceki zamanlardan farklı koşullar içermesi bakımından önemliydi.

Gerçekten bir değişikliğe tekabül ediyorlardı. Çağrının kendi kendisini somutlaştırması, herhangi bir üst otoriteye tabi olmaması, kararların müştereken alınması, özneler arası ilişkilerde karşılıklı saygı ve özellikle tanıma politikalarının öne çıkması, birbirinden çok farklı grupların benzer siyasal ihtiyaçlar etrafında birleşme zorunluluğu olmaksızın uzlaşıp bir arada bulunması demokratik siyaset açısından son derecede önemliydi.

Yeni çıkışı oluşturan ana etmen demokratik siyasetin temsil üstünden değil doğrudan yapılmasıydı. Basit görünse bile demokratik siyasetin hayati derecede önemli unsuru muhalefettir. İktidar her rejim ve yönetimde vardır, daha doğrusu yönetim iktidar demektir. Yönetimin karar alma süreçlerinin yapısı ve yöntemi onun demokratik olup olmamasını gösterir ki, o da önce katılım, ardından katılanların muhalefet etmesidir, edebilmesidir. Arap Baharı süreci, Yunanistan ve İspanya toplum hareketleri doğrudan demokrasinin en önemli çıkışları arasındaydı ve bizim kısıtlı toplumsal muhalefet hayatımızda önemli bir dönemece işaret ediyordu.

* * *

Türkiye’nin 1946’dan sonraki çok partili siyaset tarihi bireylerin önce politik özneler sonra ekonomik özneler olmasını doğurmuş ve toplumun siyaset duyarlılığının daima yüksek seyretmesini sağlamıştır. Fakat bu gerçek, devletin ve iktidarların toplum duyarlılığını demokratik-eşitlikçi bir anlayışla benimsemesine olanak vermemiştir. Devlet daima cebirden yana olmuştur ve bu tarih hayli çilelidir. Devletin her defasında toplumu ‘tedip’ etme girişimleriyle sonuçlanmıştır. Bu bakımdan toplumsal hamleler bizde belki azdır ama büyük anlamlar içerir.

Bugün de meydanları dolduran insanlar var, gençler var. Yukarıda yaptığım agora/meydan ve politika ilişkisi iktidarın dikkatle izlemesi ve çok iyi okuması gereken bir gerçektir. Her toplum olayının devleti/iktidarı ‘yıkmayı’ hedefleyen ve sertlikle bastırılması öngörülen hareketler olarak nitelendirilmesi yanlıştır. Çünkü öyle değildir. Toplum talepleri elbette iktidarların değişimini öngörür ve içerir, demokrasiyi başka türlü nasıl tanımlayacağız?

Toplumsal talepler daima iktidarların daha demokratik tutumlar içine girmesi için çıkarılan bir çağrıdır. Taleplerin ekonomik veya siyasal içerikte olması bu gerçeği değiştirmez. Çünkü demokrasi sadece seçimle ilgili bir yöntem değildir. Gayet karmaşık ve kapsamlıdır. Antik Yunan’dan beri gelen iki kavramla demokrasi oluşabilir. Bunlar eleutheria yani özgürlük ve parrhessia yani özgür konuşma (düşünce özgürlüğü) kavramlarıdır. Bu iki hakkın kısıtlandığı her ortamda demokrasi tartışmalıdır.

Bugün meydanları dolduran insanların demokratik talepleri, bir iktidarın, bırakın bastırmaya çalışmasını, kullanabileceği büyük olanaklardır. En güçlü iktidar en geniş demokratik katılımı sağlayan iktidardır. Konuşmanın/diyaloğun başladığı yerde iktidar güçlenir. Karşı taraf iktidarın aleyhine konuşsa bile neticede konuşmak, özgürce konuşabilmek demokratik yapının ve ilişkinin kurulduğu anlamına gelir. Demokratik ilişki ancak tanımakla mümkündür. Yine konuşma bu tanımayı kapsar. Ama bu hakkın baskılanması, konuşma olanağının ortadan kalkması tanımanın ve demokratik pozisyonun buharlaşması, mevcut olmaması demektir. Diyaloji bu bakımdan önemlidir. Mutlaka uzlaşmayı gerektirmez ama konuşabilmek bizatihi belli bir uzlaşmadır.

Meydanları dolduran şey daima zıtlıklar, zıtlaşmalardır. Doğaldır, yoksa meydan olmazdı. Meydanların kapatılması ise ciddi bir demokrasi sorunudur. Türkiye, zıtlıklarıyla yaşayan bir ülke, hiçbir zaman homojen olmamış bir ülke Türkiye. Meydanlar o heterojen yapının demokratik katılımla demokratik uzlaşmaya dönüşmesine açılan kapıdır. O kapının genişliği demokrasinin ölçüsüdür. Siyaset toplumla yapılır ve topluma ait alanda yapılır.

Türkiye’de toplum bu gerçeği hem de derinden biliyor. Şimdi sıra devletin bu gerçeği bilmesinde, kabul etmesinde.